Paylaş
Tral la laaa! O bir Yay burcu. Yay olmayan ya da bir Yay’la yaşamayan bunun ne anlama geldiğini bilemez. Bir Yay olarak, Betûl Mardin’e çok saygı duyarım, yeni fikirlere, yeni projelere duyduğu heyecanı anlarım. Ama yine de, onun enerjisine yetişebilmem mümkün değil! O enerji, eski toprak olmaktan geliyor galiba, aynı anda bir sürü şeyin üstesinden gelebiliyor. Bir sürü proje, bir sürü hedef. Yapacağı işler hiç bitmiyor. Bu da onlardan biriydi...
Bilgi Üniversitesi seminerlerinden birini daha gerçekleştirdiniz. Neydi bu seneki seminerin konusu?
- İstanbullu olmak.
Bu sene de yine öğrencilerinizle birlikte öyle değil mi?
- Elbette. Zaten amaç, son sınıf öğrencileriyle bu heyecanı paylaşmak. A’dan Z’ye her şeyiyle onlar ilgileniyorlar. Çocuklar mesul yani. Mezun olacaklar bir sürü şeyi biliyorlar ama gerçeklerle yüz yüze gelmiyorlar. “Alın işte” diyoruz, “Size fırsat!” Konuşmacı nasıl bulunur, nasıl davet edilir, o güne nasıl hazırlanılır, valla her şeyi kendileri yapıyorlar. Bana ne! Bize ne! İleriye dönük çalışmalarında onlara böyle bir tecrübe gerekiyor. Sonuçtan çok memnunum. Hepsiyle iftihar ediyorum.
Peki ne demek İstanbullu olmak? Bu şehrin çoğunluğu “devşirme” değil mi zaten!
- E, anlatmak istediğimiz de bu zaten! Gerçek İstanbullu, son tahminlere göre, 2 milyon 490 bin. 13 milyonluk İstanbul’da, gerçek İstanbullu bu kadarcık! 13 milyon da “resmi rakam”, “kayıtsızlar” hariç. 2 milyonun dışındakiler, göçle gelmiş. İstanbullu olmak kavramının aklına gelebilecek her açısını ele aldık. Konuşmacılardan biri Nurhan Atasoy’du, tabii ki sanat açısından baktı meseleye, Murat Bardakçı bu şehrin tarihini anlattı, Özcan Köknel psikiyatr olduğu için işin psikolojisini anlattı, Arus Yumul sosyolojisine değindi, Yusuf Altıntaş azınlıklar açısından İstanbul’u anlattı. Erhan İşözen de mimar olarak son yapılanları. Lami Bertan Topuzlu da hukuki olarak ele aldı. Ve Şafak Pavey’imiz vardı, müthiş vurucu bir konuşma yaptı. Ara Güler’den fotoğraflarla başladık, bugünlere kadar geldik...
Doğma büyüme İstanbulluyum, soyadım Mardin!
Açılış konuşmasında, “Ben doğma büyüme İstanbulluyum ama soyadım Mardin!” dedim, herkes gülmeye başladı. Baba tarafım, 1810’larda Mardin’den gelmiş, anne tarafım Kastamonu’dan. İşleri turşuculuk. Eşeğin sırtında turşu satarlarmış. Bu turşuculardan biri, büyükbabamın babası, şansını İstanbul’da denemeye karar veriyor, Sultan Ahmet’te turşucu dükkânı açıyor. Onun çocuğu, “şeyhülislam” oluyor. Ama bir tarafı hep “halk adamı”. Günlerden bir gün Karşı’ya geçmesi gerekiyor, vapur yok. Deli olacak. Bir bakıyor ki bir sandalcı, “Beni Karşı’ya geçirir misin?” diyor, “Tabii efendim” diyor, atlıyor, karşıya geçiyorlar. Bu durum, derhal saraya jurnalleniyor. “Efendimiz, halktan bir sandalla karşıya geçti” diye. Ve inanmayacaksın ama adamı azlediyorlar! Meğer saraydan “hünkâr kayığı” istemesi gerekirmiş. O zamanlarda, şiirlerle tarih düşürürlermiş. Her harfin bir rakamı var, topluyorsun, o kişinin ölümü-doğumu çıkıyor. Şöyle bir dize yazıyorlar, “Lahana biber turşusunun içinde sıçan yavrusu!” Harfleri topladığın zaman, büyük babamın babasının azledilme tarihi çıkıyor. Niye? Karşı’ya sandalla geçti diye! Bitiriyorlar adam! Yani sen düşün o zamanki İstanbul’un snobizmini. Ben bugün sandala biner geçerim abi, hiç kimse de bir şey demez, diyemez!
Konuşmacılardan küçük alıntılar
Murat Bardakçı: İstanbul’un temelinde dedikodu yatar
- İstanbul’da hiçbir zaman hoşgörü olmamıştır.
- Eski İstanbullular, yaşadığı semtin dışındaki semtleri küçümserlerdi.
- Gayrimüslimlerin ata binmesi yasaktı.
Şafak Pavey: İstanbul’u dev bir mescide dönüştürüyorlar
- Süleymaniye, ‘mimari dehanın başyapıtı’dır. İroniye bakın ki; bu başyapıtın silueti bizzat ‘cami iktidarı’ eliyle yok ediliyor! Çamlıca’ya, Göztepe’ye, Şile’ye, Büyükada’ya Sultanahmet Camisi’nin replikalarını dikerek, şehrin dimağını tıka basa dinle doldurunca, işler yoluna girecek sanılıyor. Elbette dinler, şehirlerin bir parçasıdır ama şehirleri, ‘dinlerin taarruz cephesi haline getirmek’, şehri dev bir ‘mescit’e dönüştürmektir.
- Neo-Osmanlıcılık içi boş bir hayranlıkla yaygınlaşıyor. Lalenin akıbetine bakın. Osmanlı’nın 1500 tür lalesi olduğu söylenir. Atalarımız, Orta Asya’dan yanlarında getirmişler lale soğanını. Ne yazık ki bir zamanlar hediye olarak gönderdiğimiz laleleri, günümüzde Hollanda’dan ithal ediyoruz. Osmanlıya bu kadar düşkün olup, Osmanlının simgesi çiçeği bile üretmiyorsak, önemsiyormuş gibi yaptığımız o değerlerde ne kadar samimiyiz sizce?
- Sulukule’de 3400 çingene bin yılı aşkın yaşadıkları yerden, evlerini metrekaresi 500 liradan satın alınarak çıkarıldılar. Peki ne oldu? Oraya metrekaresi 4000 liraya satılan 640 villa yapıldı. Kim aldı? İslamcı seçkinler.
Paylaş