Bir arkadaşım bugün dedi ki “Pazartesi Londra’ya gidiyorum.”
İşte o an bittim. “Ah be Ayşe” dedim, “angut, okulu bıraktın elin adamı için oralardan geldin.” Neyse… Sonra aklıma bir yılbaşı geldi; Londra’da geçirdiğim. Bundan dört sene önce. Yeni boşanmışım, para o zaman gani bende. Gani derken; mıçımdan terler boşalmış ama kanıtlamış boynuzlandığımı, bir tazminat almışım; benim için iyi para. Dahası da var alacağım mala mülke dair ama o sonraki davaların konusu. (o davalar hala devam ediyor şu anda) Veli’yi de bulmuşum. Aşk da yanımda, eh daha ne isterim ya? Hadi dedik, kalkalım yılbaşında Londra yapalım. En fiyakalı otelde ayırttık yerimizi. Uçak desen first class. Lokanta desen en güzeli, en yer bulunmayanı. Her şeyin en en en eni yani. Benim kalp pır pır. Hem sevgiliyle ilk tatil, hem yıllar sonra tekrar bekâr olarak ilk kez Londra’dayım, aynı öğrencilik yılları gibi. Uçak sabahın bir köründeydi; yolculuk Veli için sakin ama ben uçaktan fena halde tırstığım için benim için bol viskili geçti. Havalimanında bavullarımı bulmakta ben değil ama Veli oldukça zorlandı çünkü ben renklerini dahi hatırlayacak halet-i ruhiye içerisinde değildim. Otele vardığımızda duşa sokulduğumu hatırlıyorum, çıktığımda ise tazminatımın yüklüce bir kısmını Londra’ya bırakmaya hazır olduğumu. Alışverişten sonra sıra geldi en sevdiğim Çin lokantasına. Gittik. Yemekler geldi. Adamcağız heyecanlı ve hevesli. Ben başladım mı bas bas ağlamaya; “Ama babam da çok severdi burayı. Kocamla da gelmiştik, anamla da, kızımla da… Da da da” Adam sabırlı, saçlarımı sıvazladı, yine yatıştırdı. Sonra yürüdük Soho’da, Londra’nın arka sokaklarında… Etraf ışıl ışıl. İçim ikiye bolünmüş sanki ortadan. Tarif edemiyordum içimde yaşananları, itiraf edemiyordum kendime o an hissettiklerimi, bilemiyordum belki de tam ne yaşadığımı. Bir yanım mutluluktan uçuyordu, bir yanım kahroluyordu. O geceyi bir pubta noktaladık iki İngiliz gibi elimizde biralarla. Ve sabah yılbaşı. Düştük yine sokaklara. Yeter Ayşe dedim. Çekilmez bir haldesin. “Veli bana bir saat müsaade, biraz yalnız alışveriş yapıp geleyim, sen de kitap falan bakacaktın.” Ayrıldık. Gittim kendime bir tuvalet aldım. Otele gidip dolaba sakladım. Sonra Veli’yle buluştuk, eşe dosta bir şeyler aldık. Akşam saati banyoda hazırlandım. Ve da da da, ben hazırım. Veli şok oldu beni pullar payetler içinde görünce. “Hah” dedi, “işte böyle gel kendine, biliyorum hala için yanıyor, anlamıyorum mu sanıyorsun, daha çok yeni.” “Çok özelsin” dedim. Lobiye indik. Ve bir limuzin… Sever ya bizimki jestleri. Ve harika bir lokanta, öncesinde bar ama anlatamam size; peri masalı işte. “Bana bak” dedim, “saat on ikide bizim limuzin kabağa dönmesin.” “Haha” diye güldü. Ve sonra harika bir yemek. Sonra tam on ikiye çeyrek kala tuttu kolumdan. “Hadi kalk, araba bekliyor, Trafalgar Meydanı’nda gireceğiz yılbaşına.” Arabayla gittik. Arabadan indik. Bilmem kaç milyonun arasında yılbaşına girdik, daha doğrusu ezildik. Elbisemin eteğine bastılar, yırtıldı. Saçımı çektiler. Çantamı çaldılar. Sağ göğsüme yumruk yedim. Başladım yine ağlamaya. Ayağımda topuklular, çıkamıyoruz da kalabalıktan. Bir yumruk da ben Veli’ye attım. “Ara çabuk şoförü!” Aradı. “Adam telefonu kapayıp kayıplara karışmış.” Saat üç oldu. En son bir ara sokakta çöp bidonunun arkasına çişimi yaparken bir taksi yakaladı Veli. Otele döndüğümüzde tek laf ettim; buraya yazılmaz. Sonra ne uçakta konuştum, ne de ondan sonraki bir hafta boyunca. Ya işte unutulmaz Londralı yılbaşı maceram böyle. Şaka gibiydi valla.