Paylaş
Paranın ne derece önemli bir halt olduğunu anlamam yedili yaşlarıma denk gelir, o da şöyle... Bir gün babamın cüzdanından, bakkaldan şeker almak amacıyla habersiz olarak aşırdığım beş liranın başıma açtığı durum hala hafızama kazılı durur. Ben ne bileyim ki o paranın rahmetli Turgut Özal tarafından babama hatıra olarak imzalandığını… Allah'tan bakkal parayı bulup geri teslim etmişti de on beş günlük ev hapsi cezam da üç gün ile sınırlı kalabilmişti.
İlerleyen zamanlarda paraya olan ilgim daha da artmaya başladı.
“Baba bana bebek alır mısın?”
“Daha yeni aldık ya Ayşe, paramızı çok harcamamalıyız.”
“Anne, yazın yine yazlık eve gidelim.”
“Ayşecim babanla konuşalım, para durumumuz el verirse gideriz elbette.”
Sırf annem babam olsa iyi. Eve kim gelse, biz nereye gitsek, büyükler arasında söz dönüp dolaşıp paraya geliyordu.
Yavaş yavaş şu paranın ne mühim bir halt olduğuna dair kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı. Hele bu kâğıtçıkların üzerinde babamdan sonra en sevdiğim adam olan Atatürk'ün de resminin olması paranın anlam ve ehemmiyetini daha da arttırmaktaydı.
Babamın işten eve neredeyse sabah ben okula giderken yorgun bir halde gelmesinin de tek sebebinin para olduğunu öğrenince, bu duruma el koymaya karar verdim ve ticarete atıldım.
İlk olarak, sayıları yaklaşık yüz sekseni bulan, bin bir çabayla, kavgayla, takas yoluyla sahip olduğum ve içlerinde en renklilerinin de bulunduğu cam misketlerimi, futbol oynadığım erkek arkadaşlarıma sattım.
Akrabalarımın bir kısmı yurtdışında yaşadığından, o zamanlar Türkiye'de bulunmayan her tür Barbie bebek aksesuarı bende bulunmaktaydı. Kız arkadaşlarıma da bunları sattım.
Sonra işi ilerlettim ve kitap, toka, walkman, lego derken baktım sıkı para kazanmaya başlamışım.
Ama para işte bu, kazandıkça daha çoğunu istiyor insan. Yaşıtlarımın da imkânları haliyle kısıtlı. Daha büyük yaşlardaki insanlara satacak bir şeyler bulmaya karar verdim. Ne de olsa beni kırmaz alırlar dedim.
Ama ne satmalıyım diye düşünürken, cin Ayşe imdadıma yetişti.
Babamı, amcamı ne zaman boş bulsam elimde kâğıtlar ve kalemlerle usulca sokulup başladım yalvarmaya...
“Amca, bana on tane Avni çizsene, albüm yapacağım. Baba sen de on tane Arap Kadri çiz lütfen...”
İtiraf ediyorum en büyük vurgunumu Avni ve Kadri üzerinden gerçekleştirdim. Babamın film koleksiyonuna da haksızlık etmeyeyim, onların da çok katkısı oldu.
Ticaret hayatım bu hızla yaklaşık iki sene devam etti. Dokuzlu yaşlarıma geldiğimde “Richie Rich” kadar bir servetim olmasa da yadsınamayacak kadar param olmuştu. En azından ben öyle sanıyordum. Çünkü kullanmadığım iki eski okul çantam tıka basa dolmuştu.
Tam paralarımla ne tip bir yatırım yapmalıyım diye düşünüp dururken, bir gün yine annemle babamı para konuşurken yakaladım. Başladım kapı arkasından dinlemeye...
Bir ev almak üzerelermiş, ilk taksiti ödenmiş, aybaşı sırada ikinci taksit varmış…
Tüm bencilliğimi saf dışı bırakarak, anneme babama yardım etmeye karar verdim. Odama koştum, çantalarımı kaptım ve yanlarına daldım.
“Anne, baba, size bir sürprizim var. Aylardır sizden gizli ticaret yapmaktaydım. Ne olur bana kızmayın! Alın, buyurun, bunlar benim birikimlerim, ne olursunuz evin ikinci taksiti olarak kabul edin…” (Bir şeyin hacmiyle değerinin doğru orantılı olmadığını öğrenmem de meğer o günlere isabet edecekmiş.)
Bu açıklamamdan sonra topladığım paranın asgari ücretin beşte biri değerinde olduğunu öğrendim.
Daha sonra ana baba mahkemesi tarafından insanlara satış yapmaktan sömestr tatilini evde geçirmek, babamın filmlerini satmaktan eve bir hafta arkadaş getirememe, insanların emeklerini izinsiz başka bir amaç için kullanmaktan Avni ve Kadri çizmeye çabalama cezalarına çarptırıldım.
Para kazanıp aileme yardımcı olmaya çalışmam ise hafifletici unsurlar olarak görüldü. Babamın elime verdiği parayla, sattığım misketlerimi, Barbie bebek aksesuarlarımı ve walkmanimi arkadaşlarıma iki misli para ödeyerek geri alabilme şansına nail oldum.
Ticaret hayatım o gün itibariyle bitmiş oldu, paraya olan ilgim de… O günden sonra parayı amaç değil sadece araç olarak gördüm.
Ama baktım ki en sevdiğimin bile hayat sıralamasında para benden önce gelmekte… Artık kendi paramı kazanıyorum ben. Bu sefer misketle, walkmanle falan değil; kendi çabam ve beni yetiştiren ailemin bana öğrettikleriyle...
Para kazanmak zorunda olup da kazanamayan insanlarımızı, işsiz kalan gençlerimizi, devletten hakkını almaya çalışan işçilerimizi, çaresiz insanlarımızı, açı, açıktakini görünce de diyorum işte; “Hey Lidyalı, nereden keşfettin şu zıkkım parayı?”
Ayşe’nin bir çorba kaşığı notu: ha para demişken, kocadan ayrıldım ben; niye aldatıldım diye. Çekip kapıyı çıkmadım tabi ki onu kovdum evden.
Kimin evinden, eh tabi ki beraber oturduğumuz bizim evden.
Ev kimindi peki? Ne bileyim, ben paraya önem vermem ki! Benim evim vardı, sattık, o da üstüne para verdi, bir ev aldık, meğer adam evi üstüne yapmış. Yapsın, ne olacak ki adam kocam ya, değil mi amma?
Ha sonra benim arabam da vardı ya, babam araba da almıştı bana, ben paraya değer vermem ya, kocam demişti ki “kızım bu spor araba, gel alalım büyüğünü sana”, ha dedim o zaman geniş konforlu olsun ya, aldık da…
E adam ne yapmış? Onu da üzerine almış, alsın ya, adam kocam ya.
Ben paraya değer vermem ya, alt tarafı bir kâğıt parçası kardeşim, değil mi amma?
Şimdi altı yıldır o kâğıt parçası için uğraşıp duruyorum mahkemelerde.
Ha kendi paramı kazanıyorum dedim ya.
Nasıl anlatayım, nasıl bir benzetme yapayım ki sizlere kazandığım, kaybettiğim ve almaya çalıştıklarımın yanında… Nasıl diyeyim?
Durun şöyle diyeyim; kısır var ya kısır, bildiğiniz hani.
Marula sarıp acılı acılı yediğiniz.
Ha işte.
Bir koca kâse, yani beş kişilik bir kısır düşünün, bir çorba kaşığı da bana ayırın o kâseden.
Hatta bir tatlı kaşığı.
O kadar.
Yok be!
Bir çay kaşığı!
İşte bu.
Mıçtığımın parası!
Paylaş