Küçük kız...

Yedi yaşındaydı, uzun boylu, zayıf, beline kadar saçlarıyla, tavşan dişleriyle, annesinin yaptığı saç örgüleriyle, tıpatıp Küçük Ev dizisinin Laura’sını andırıyordu.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eb573af018fbb8f8baffccEvin tek çocuğuydu. İnanılmaz sevgi ve ilginin sarmaladığı bir yuvada büyümekteydi. En büyük zevki eline saç fırçasını alıp Lale Belkıs ya da Erol Evgin olup şarkı söyleyip etrafının ilgisini çekmekti. Bunda da inanılmaz derecede başarılı oluyordu. Evin geleni gideni çoktu. Çok hareketli, misafiri bol bir evdi. Daha o günlerde insan sevgisi çok gelişmiş bir çocuktu. Kapıya gelen sütçü amcayı, postacı amcayı, annesi çok kez gezmeden döndüğünde salonda küçük kızla oyun oynarken görmüştü. Bir o kadar da yaramazdı. Neredeyse annesi kadar sevdiği Gül ablası, küçük kızı sokağa gezdirmeye çıkardığında elinden kaçıp gitmesin, diye koluna bir kemerle kendine bağladığı, şaka değil, tamamen gerçektir. Yazları köşkün bahçesinde kedilerle boğuşup sık sık kuduz iğnesi olmakta, kışları da kışlık evde halasının ona Almanya’dan yolladığı Barbie bebekleri giydirip soymakla geçen altı senelik hayatının, hep bu kadar sorunsuz ve keyfe keder geçmeyeceğini anlaması pek uzun sürmedi.

Haberin Devamı

İlkokul birinci sınıfa başladığında, o kahkaha dolu evde suratlarda bir gerginlik ve yoğun bir telefon trafiği baş gösterdi. Bir gün annesini en yakın arkadaşıyla konuşurken kapı arkasından gizlice dinledi. Annesi diyordu ki arkadaşına, “Yok yok, kesin bir şey var bu çocukta. Bak hep oturup bebeklerle oynuyor ya da yatarak televizyon seyrediyor. Hiç senin kızın gibi dağa taşa tırmanmıyor. Zaten geçen gün kalbi sanki hızlı atıyordu biraz. Yok yok kesin bir şey var, ben hissediyorum.”

Arkadaşının, “Abartıyorsun saçmalama, evham yapma. Kız çocuğu, dediğin tabii ki bebeklerle oynar. Bakma benimki hiperaktif…” tarzındaki rahatlatma sözleri genç anneyi hiçbir şekilde ikna etmeye yetmedi. Hatta, kapıyı dinleyen kız çocuğunun bu konuşmayı duyduktan hemen sonra incir ağacına tırmanıp incir toplama girişimi de sorunu çömeye yeterli gelmedi.

Kısa bir süre sonra, kız çocuğunun o soğuk, korkutucu hastane ziyaretleri baş gösterdi. Küçük kız hayret ve dehşetle bir sürü insanın kendi üzerinde yaptıklarını anlayıp nedenini çözmeye gayret etti. Annesinin, “Tatlım, hiçbir şeyin yok!..” cevapları, “O zaman niye buradayım?” diye içini kemirmeye başladı. Gidilen dört doktordan gelen cevaplar son derece keyifliydi, sağlıklıydı küçük kız; hiçbir şeyi yoktu. Ama ne var ki bu cevapların hiçbiri genç anneyi ikna edemedi. Israr ediyordu, “Ben anlarım, var bir şeyyyyyy!” diye. Genç annenin Profesör Aydın Aytaç’la tanışıp haklı çıkması çok da uzun sürmedi. Tam okuma yazmayı öğrenip yakasına fiyongunun takıldığı günlere rastlayan bu haber, evin içine kâbus gibi girdi ve böylece küçük kızın neredeyse bir ömür sürecek sağlık serüveni ve dayanma mücadelesi inanılmaz bir hızla başladı.

Haberin Devamı

O gün evin içi hınca hınç doluydu. Gizlice ağlayanlar, bir köşede dua okuyanlar, hiç susmayan telefonlar, sanki taşınılıyormuşçasına kapının önüne konan bavullar... Gerçi, babası anlatmıştı küçük kıza: “Küçük bir rahatsızlığın var; ama hiç önemli bir şey değil. Ankara’ya, hani o çok sevdiğin Aydın amcaya sadece kontrole gidiyoruz. Seni muayene edecek ve belki sadece bir ilaç verecek. Hatta canın yanmasın, diye de kontrolünü sen uyurken gerçekleştirecek. Hem sen çok istemiyor muydun Anıtkabir’i görmeyi? İlk yazdığın şiir de Atatürk’le ilgili değil miydi?”

Şimdi tren garındaydı küçük kız, ailesiyle… Çünkü gezerek gideceklermiş ve o hiç sıkılmayacakmış. Fakat evdeki toplulukta, tren garında öpüşmeler kucaklaşmalar… Ama küçük kızın vedalaşmak istediği iki kişi var. Biri evde bıraktığı yeni doğmuş canı, kız kardeşi, bir de annesinin en yakın arkadaşının kızı; hani o dağa taşa tırmanan… Kardeşini sarılıp çok öptü. Ama yaramaz kızı, tren garında olmasına rağmen bir türlü öpemedi. Çünkü, Esra suçiçeği geçiriyordu  ve küçük kıza yaklaşmak kesinlikle yasaktı. Uzaktan yollandı öpücükler… Sonra, tren ve kompartıman. Ankara’ya varana kadar silik bir perde… Otel… Çok güzel, kocaman bir otel, harika bir karşılanma. Herkes bu kızı mutlu etmek için uğraşıyor adeta. Alışveriş… Babanın küçük kıza aldığı bebekler… İki gün otel odasında her şeyden birhaber oyun oynamalar... Bir dolu gelen gidenler... Çiçekler, hediyeler… Artık yatma zamanı, sabah Aydın amcaya gidilecek…

Haberin Devamı

Hacettepe Hastanesi… Kocaman, bembeyaz duvarlar, beyaz önlüklü insanlar, bir telaş bir koşuşturmaca… Ne kadar çok hasta var. Üst kata çıkış statlı bir kadının karşılaması ve işte Aydın amca! Sonra hep beraber bir odaya geçiş, hıçkırarak ağlama… Aydın amcanın, küçük kızın elini tutmasıyla uykuya dalma…

Saçlar Laura’nınkiler gibi örgülü. Pembe ayılı gecelik… Gözlerinden çok ağlamış oldukları belli olan bir anne ve baba. Yine bir sürü insan ve hediyeler... Küçük kız nerdeyse hoplayıp zıplayacak kadar kendince sağlıklı ve her şey bittiği için de bir o kadar sevinçli. Zaten annesi bavulları topluyor. Aaaaa, nereye; eve geri dönüyoruz, oley! Kız kardeşine sarılacak. O daha çok küçük bir bebek. Ama önce ATATÜRK’ün uyuduğu yere gidilecek. Anıtkabir bir harika, ardından Atatürk Orman Çiftliği…

Uçak…

Eve dönüş…

Haberin Devamı

Kız kardeş, Gül abla, arkadaşlar ve okul…

Her şey tamam ve çok güzel; bir tek şey dışında: okul! Okula yollamıyorlar küçük kızı. Anne diyor ki, “Küçük bir ameliyat geçirdin, biraz dinlen ondan sonra okula devam…” Bu arada yine sık sık eve gelen insanlar, devamı kesilmeyen telefon konuşmaları ve anne babadan duyulan bol AYDIN BEY’li konuşmalar…

Ve bir pazar günü, anne babanın küçük kızlarını yanlarına alarak ona sarılarak gerçeği ona anlatmaları… Küçük kızın kalbinde, doğuştan toplu iğne başı kadar bir delik var ve bunun kapatılması o anki en doğru karar. Ama tehlike yok, her şey çok kolay olacak. Yine Ankara’ya ve Aydın amcaya gidilecek. İlk seferki gibi bu da hemen yapılıp bitecek. Aynı şekilde, en kısa zamanda küçük kız yine evine kardeşine geri dönecek.

Haberin Devamı

İkinci Ankara seyahati… Bu sefer, uçak havaalanında: çok kalabalık bir karşılama, çok fazla ilgi... Küçük kızın babası gazeteci. Bunu biliyor ama demek ki babası çok seviliyor, nereye gitseler etrafları çok kalabalık ve herkes de küçük kızla çok ilgileniyor.

Yine aynı hastaneye giriş... Ama bu sefer asansörle çıkılan kat, Aydın amcanın odasının olduğu kat değil! Kocaman bir hol ve odalar… Her odanın içinde çocuklar, bebekler… Burası çocuk katı. Küçük kızın ayrı bir odası var; o katta önüne gelen tek kişilik, kocaman, harika bir oda... Odanın her yeri pembe. Annesi küçük kıza anlatıyor: “Biz bu odada kalacağız. Bu odanın bir adı var. Buraya hastayken gelip sonradan çok iyi olan bir insan, bu hastaneye yardım olsun, diye bu odayı almış. İçine kendi parasını harcamış. Odanın adı da ‘Pembe Bilge’ konmuş. Biz bir süre burada kalacağız.”

“Anne, peki kardeşim biz yokken çok ağlamayacak mı?”

“Hayır tatlım, o daha çok küçük. Gül ablan, dedenler, büyük anneanne, halan herkes ona bakacak. Sen de dönüşte ona kucak dolusu oyuncak alacaksın.”

Küçük kız merak içinde. Alınan bir izinle, annesiyle ve babasıyla iki gün bütün odaları gezip yaşları 10 aylık ve 11 yaş arası olan bütün çocukları ziyaret etti.

Hepsinin ismini ezberledi. Üzerindeki uzaylı kıyafetiyle bebekleri elledi. Biraz büyükleri de öptü. Zaten haberi yoktu ama babasının aldığı kutu kutu oyuncaklar da onunla beraber hastaneye gelmişti ve bütün çocuklara dağıtılmıştı. O gün arkadaşlarla tanışarak ve oyun oynayarak geçti. O günden itibaren orada yaşanacak 1 ay boyunca küçük kızın bugün bile hiç unutmadığı ve asla hayatından çıkaramayacağı iki kişi vardı; 11 aylık kız bebek Aslı ve 12 yaşındaki can arkadaşı Ali İhsan. Ali İhsan da kalp hastasıydı, bebek Aslı da… Hepsi de ameliyat olma günlerini beklemekteydiler. Aslı bebek gözetimdeydi. Biraz daha büyüyüp vücudu güçlensin, diye… Ali İhsan da beklemedeydi, toplanması gereken para gelsin diye…

Günlük kontroller yapılıyordu. Kanlar alınıyor, kilolar ölçülüyor… Sonra Ali İhsan küçük kızın odasına geliyor ve saatlerce oyun…

Gazeteci baba her gün yeni bir oyunla çıka geliyordu. Ali İhsan ve küçük kız zevkten dört köşe…

Yüreği sevgi dolu olan bu kızın bir görevi vardı kendince… Her gece ışıklar kapatılıp iyi geceler, dendikten sonra teker teker bütün çocukları gezip üstlerini örtme ve öpücük yollama. Karışan, engel olan da yoktu bu duruma. Ta ki başhemşire izinden dönene kadar. Ama başhemşire de küçük kızı yıldıramadı. Aynı durum gizlice devam etti.

Yemekler artık pek bir tatsız gelmeye başlamıştı. Meğer, ameliyat öncesi tuz kısıtlaması yapılırmış. Ameliyattan korkmayan ama sadece tuz, diye ağlayan küçük kıza, Aydın beyin sekreteri gizlice en sevdiği şeyi, bir çay tabağı bol tuzlu kısır’ı getirdi ve yedirdi. Küçük kızın hâlâ en favori ve en duygulanıp yediği yemektir “kısır”.

Birkaç gün sonra Aslı bebek ameliyata girdi. Küçük kıza, ameliyattan çıkıp iyi olduğu belli olana kadar söylenmedi. Bunun da nedeni küçük kızın annesine, bir gece Aslı bebeğin üstünü örterken, “Anne, ben Aslı’yı çok seviyorum. Hatta galiba kardeşimden daha fazla…” demesiydi belki. Aslı bebek iyi oldu ve gitti. Şu an muhtemelen 29-30 yaşlarında olmalı. İnşallah çok iyidir Aslı bebek. Belki bebekleri bile vardır.

Ve beklenen gün geldi çattı. Ne tesadüftür ki küçük kızın ve Ali İhsan’ın ameliyatları aynı güne denk gelmişti ve iki ameliyatı da Aydın amcaları yapacaktı.

Annesinin her gün okuduğu Polyanna’nın da etkisiyle, küçük kız ameliyathaneye doğru yola çıktı. Sonra tek hatırladığı, bir makasın ucundaki pamuk ve pamuğun buz gibi tentürdiyota batırılıp çıkarıldıktan sonra göğüs kafesinde ve karnında gezdirilmesiydi. Merakla sorulan soru ve cevabı mikroplara karşı önlem idi. Ama gerçek cevap kesilecek yerlerin belirlenmesi…

Sonra hatırlanan ilk yer Pembe Bilge, pembe oda. Anne babanın mutluluk var gözlerinde, küçük kızda da… Eskisine göre tek fark da yara yerindeki ağrı.

“Anne, ben iyileştim değil mi?”

“Evet tatlım bak geçti bitti.”

“Anne, Ali İhsan da iyileşti mi?

“Tabii yavrum, o da gayet iyi olacak.”

Daha sonra nekahet dönemi ve her şey yolunda. Başhemşire kızgın, gelen yüzlerce çiçeği dışarıya yollamakla meşgul. Bir haftaya hastaneden çıkılacak. Bir hafta da Ankara’da dinlenme, sonra eve dönüş. Küçük kız bu arada yine tuzsuz gelen yemeklere laf etmekte ve Allah’ın ona yolladığı bir nimet, bir akşamüstü onu çok seven kat görevlisinin gizlice getirdiği sıcak ekmek ve bol tuzlu patates kızartması…( Şu an her neredeyse çok iyidir inşallah).

Tek bir eksik var: ALİ İHSAN… Yeni gelen bir sürü oyuncak var. Hele en çok da “puzzle” var; Ali İhsan’ın en sevdiği… Ali İhsan bugün gelecek, yarın gelecek… Her sabah, geldi mi Ali İhsan, diye gözler kapıda.

Bu arada hastaneden çıkış hazırlıkları, bir koşturmaca… Ama ne olursa olsun Ali İhsan gelmeden küçük kız çıkmayacak, sırf bunun için de feryat figan.

ALİ İHSAN bir daha hiç gelmedi. Küçük kızdan sonraki ameliyata o girdi ve orada Ali İhsan vefat etti.

Küçük kız benim. Bu yazıyı yazarken 7 yaşıma döndüm. Her şeyi sanki aynen yaşadım. Yazmak bana bayağı ağır geldi. Salya sümük yazıyorum son satırları… Ve babamı ve Ali İhsan’ı çok özledim.

Babacım sen bakma şimdi, Ali İhsan da 48-50’lere geldi… Al benim için oralardan bir “puzzle”, oturun cennetin bi köşesine…

Not: Sevgili dostlar biliyorsunuz normalde Pazarları ben yokum.Sele kapılıp kaybolan Dila bebek aklıma getirdi uzun süre önce yazdığım bu yazımı,paylaşmak istedim.

Yazarın Tüm Yazıları