Paylaş
İngiltere'den kaçış- 1
Odamın kapısını kilitleyip başladım bildiğim tüm duaları okumaya, uyudun mu derseniz hayır. Sabahın körüne kadar odamda oturup kaderime ağladım.
Sabah saat yedide kahvaltı için aşağıya indim. Ev sahibem beni görünce; “Gel” dedi, “ kahvaltın hazır.” Masaya şöyle bir göz gezdirdim ama kahvaltı göremedim, tek gördüğüm bir dilim ekmek ve bir paket tereyağı idi. Kadın afiyet olsun dedi, çekti gitti. Masaya oturup bir dilim ekmek ve bir paket yağla karnımı doyurmaya çalışırken aklıma evimdeki pazar kahvaltıları geldi; sucuğu yumurtası, salamı pastırması eksik olmayan. Gözümden iki yaş damladı ekmeğime.
Bu müthiş kahvaltı sonrası okula doğru çıktım yola. Yürü yürü iflahım kesildi, yol bitmek bilmedi. Kan ter içinde vardım şatodan bozma okuluma.
İlk önce okulun resepsiyonundan ders programımı aldım, almaz olaydım. Kardeşim ben bunların hepsinin altından nasıl kalkarım diye aldı mı beni bir panik.
Sevgili annemi ve babamı andım ama ne anmak. Beni işletme bölümüne yazdırmışlar. Ben ne anlarım işletmeden, o yıllar işletmeden tek anladığım onu bunu telefonda işletmek. Hani moda okuyacaktım ben ha, bir kazık da böyle yedim mi; yedim.
Neyse yapacak bir şey yok, yine gözümde yaşlar, attım kendimi kantine Figen’i bulayım diye. Baktım Figen bir grup insanla sohbette, hemen gittim yanlarına. Hepsi Türkmüş meğer, tanıştırdı Figen. Onların içinde kendimi biraz ferahlamış hissettim, kan işte çekiyor insanı.
İçlerinden biri, bir erkek baktım beni süzüyor, hemen giriverdim konuya; “Ha arkadaşlar, bu arada söyleyeyim ben nişanlıyım aha bu da yüzüğüm” deyip aşkımın bana İngiltere’ye gelmeden bir gece önce hediye ettiği yüzüğü gözlerine sokuverdim.
Figen bana dönüp; “Nasıl geçti ilk gecen?” diye sordu.
“Ah arkadaşlar hiç uyumadım, benim ev sahipleri kaçık kaçık, hatta deli. Neymiş anneleri vefat etmiş ama haftada üç gece belli saatlerde telefon çalarmış, anneleri ararmış; merak etmeyin ben iyiyim demekmiş.”
Okulda üçüncü senesine devam eden Şahin’den cevap geldi; “Arkadaşlar Ayşe’nin herhalde hiçbir şeyden haberi yok.”
“Neden haberim yok?” dedim.
Figen elimi tuttu; “Ayşecim bak burada bu tip şeyler çok normal, hatta şanslısın kampüste kalmıyorsun. Bu West Wickham 2. Dünya Savaşı sırasında karargâh olarak kullanılmış. Ayrıca okulumuz yani Schiller, 8. Victoria’nın eviymiş. Kocası onu aldatınca depresyona girmiş, bahçede büyük heykel var ya işte orada kendini asmış.
Geceleri bazen biz uyurken piyano sesi duyarız, ilk günler ne olduğunu anlamadık, sonra okul yönetimine sorunca; “normal” dediler, 8. Victoria’dır. Bizler şok olduk tabi, bunun üzerine bizleri kütüphaneye götürdüler. 24 ciltlik ansiklopedileri önümüze koydular okuyun, bilgi edinin diye.”
Elim ayağım zangırdayarak sordum; “Ee nasıl yani, ne yazıyor ansiklopedilerdeeeeeee?”
“Ansiklopedilerin adı Ghosts in Schiller, yani Schiller’daki hayaletler. Onun için korkma, burada olağan bunlar, biz alıştık sen de zamanla alışırsın.”
Figen’in kolundan tutup bağırmaya başladım; “Çabuk kalk, telefon kulübesine gidiyoruz.” Hemen annemi aradım; “Ya hu siz deli misiniz? Sizin amacınız ne? Ülke dışına sürdünüz beni, elalemin delisinin evine yerleştirdiniz. Bir parça ekmekle kahvaltı ediyorum, abuk sabuk bir bölüme yazdırmışsınız zaten, sabah 10km yürüdüm zıkkımın kökü okula varayım diye. Evdeki kadın Hitler’in dişi hali, hadi o da yetmedi buralar hayalet doluymuş, yok birinin annesi telefon açarmış, yok 8. bilmem kim geceleri piyano çalarmış. Nefes alamıyorum aklımı bozacağım, delireceğim hatta başladım delirmeye, sizinki nasıl bir evlat sevgisi? Ben dönüyorum kimse tutamaz beni burada!”
Telefonu kapattım, yere oturup ağlamaya başladım resmen nefes alamıyordum. Bir de Figen demez mi; “Eee Ayşecim yapacak bir şey yok, tecavüz kaçınılmazsa zevk almayı bileceksin.”
Figen; “Aman inanma bunlara boş ver, bak ne güzel günler geçireceğiz, akşamları yemeklere gideceğiz, herkes seni çok sevmiş falan fişmekan” diye beni yatıştırdıktan sonra hemen kâbus evime gidip, kâbus odama kapadım kendimi. Nasıl olduysa uyuyakalmışım, ev sahibesinin çığlığıyla uyandım; “Yemek hazır hemen gel, yemekten sonra da seninle konuşacağım.”
Aşağıya inip rezil ötesi tatlı fasulyeleri ve yanındaki yağdan ne olduğu bile anlaşılamayan, tarif edilemeyecek kadar mide bulandırıcı sosisi yutmaya çalıştıktan sonra, kadın geldi oturdu yanıma; “Seninle konuşmamız lazım.”
“Buyurun”
“Bak Ayşe, ben sana ilk gün kurallarımdan bahsetmiştim ama sanırım İngilizcen zayıf, ondan anlamadın. Ben sana demedim mi benden habersiz mutfağa girmek yok diye ama sen girmişsin. Dün sabah yedi tane muz almıştım, biz karı koca birer tane yedik, yani beş muz kalmalı ama şu an dolapta dört muz var. ”
Bunca sinir arasında hayatımda yemediğim bir muz için de aşağılanmıştım ya dondum kaldım, kadına “pardon” dedim, evin kapısını çarparak dışarı çıktım. Ana yola çıkıp kendimi bir taksiye attım. “Nereye?”
“Londra’ya...”
“Londra arabayla 1 saat sürer ve de çok para tutar var mı paran?”
“Var!”
Londra’ya varınca bu ülkede tanıdığım tek adam olan babamın arkadaşı Halil Abi’nin evine gittim. Bana şarap ikram etti ve uzun uzun konuştu benimle, dertleştik bolca.
Hatta bir ara “Hadi kalk sevgilini ara” dedi. İstediğin kadar da konuşabilirsin. Sevgilimi aradım, babası çıktı; “Arkadaşlarıyla sokağa çıktı hatta bu gece gelmeyecekmiş, Ziya’da kalacakmış.” dedi.
Al işte, sevgilim de elden gitmişti. Niye arkadaşında kalıyordu ki? Kahrolası İngiltere tüm düzenimi bozmuş, hatta benimle dalga geçmeye başlamıştı.
Bir kadeh daha şarap içtim ve babamı aradım; “Ya hu bu başıma gelenler nedir, hadi annem anlamaz ama sen beni anlarsın.” diye.
Bir süre konuştuk ve sonunda babam en vurucu lafı etti; “Bak hala dergideyim Ayşe gecenin bu saatinde, sence niye sabahlara kadar çalışıyorum Ayşe? Bunu bir düşün istersen, yarın konuşalım. Hadi şimdi Halil Abin seni evine bıraksın.”
Babamın söyledikleri koydu tabi, o cümlelerin içinde çok şey saklıydı. Benim farkında olmadan yaptıklarım düpedüz şımarıklıktı, bunu da bana yine babam hatırlatmıştı. Annesini babasını çocuk yaşında kaybeden ve Darüşşafaka’da okuyan babam.
Halil Abi’den beni eve bırakmasını rica ettim, yol boyu da planlar yaptım ve bir karar verdim; sabah gidip o gün tanıştığım Sidem’e, aile yanında mı kalsam yoksa kampüste mi diye düşünen o kıza, oda arkadaşım olmasını teklif edecektim; kâbus evde bana yandaş olsun diye.
West Wickham’a yaklaşınca bir manav önünde durdurdum Halil Abi’yi, indim on beş tane muz aldım evde suratlar gülsün diye çünkü anlaşıldı sanırım ben bir süre daha buralarda olacağım.
Not: İngiltere yazısını kısa kesecektim ama çok sevmişsiniz. Zaten ben de yazdıkça bir iki yazıda bitemeyeceğini anladım, yazdıkça unuttuklarımı hatırladım, İngiltere’den kaçış -3 ve 4 de gelecek öyle bağlayacağız.
Paylaş