Paylaş
“İyi de bu çok uzun” dedim, “ana sayfa için.”
Sonra bu başlığı istedi, “cehennemde seninle buluşacağım kocacığım olsun o zaman” dedi.
Yapma, etmeleri dinlemedi, haklı, yarası çok taze şimdi.
Bu yazıyı da bana “arkadaşlık görevin” adı altında yazdırdı, gerçi elbette yazarım, yazılmaz mı? Tüyler ürpertici yaşadıkları, sanki Hollywood filmi, hiç farkı yok, hatta beteri.
10 yıllık arkadaşım benim. Her daim beraber olmasak da birbirimize karşı özel bir sevgimiz olmuştur hep ve ne yalan söyleyeyim hep özenmişimdir kendisine bir şekilde.
On numaraydı hayatı, taş gibi hatun, ideal anne, ideal evlilik, yaşantı desen peh peh peh...
Kocası aşıktı ona, Beyaz diziler halt etmiş yanlarında.
Para pul tavandı ve sonradan görme olmayıp hakkını da verirlerdi hep.
Hatta gülerdik bazen anlattıklarına, evlilik yıldönümleri gelir, koca yine kutlar özel hazırlıklarla.
Tam hediyeyi verir küçük kutuda, anaa beş karatlık prenses cut tektaş.
Bizim ki basar kahkahayı, der ki kocaya; “ah be benim aklı nerede olduğu belli olmayan aşkım, kocam, bende bundan var ya.”
Buna benzer komiklikler yaşarlar, tek dertleri bunlar gibi şeyler gözükürdü hayatlarında.
Ta ki hepimizin darmadağın olduğu o güne kadar.
Arkadaşımın eşi iş için yurtdışına gidiyor. Arkadaşım daha “uçaktan indin mi, otele vardın mı” diye konuşamadan acı haber geliyor.
Çünkü eşi havaalanında beyin kanaması geçirerek vefat ediyor. Tabi beyin kanaması olduğu sonra anlaşılıyor.
Büyük trajedi. O günü unutamıyorum, hele cenazenin gelişi, feryatlar, çocuklara söylerken falan kâbus yaşayan, okurken herhalde daha iyi anlıyor.
Bunlar eylül ayında oluyor. (bu arada ben yazarken bir şeyleri değiştiriyorum ama arkadaşım her şeyi tek tek kontrol ediyor, “şurasını değiştir ama şurası kalacak” diyor, “fazla değiştirmeyeceksin, bu yazının yazılma sebeplerinden biri benim her şeyden habersiz olduğumu bilmeleri, o kişilerin yani”)
Ve devam. Eylül ayı acılarla dolu, gözyaşlarıyla. Ekimde artık diyorlar ki arkadaşıma, “işe gelmeniz lazım.”
Zaten arkadaşımın şirketlerdeki her şeyde ortaklığı var.
Arkadaşım da diyor ki “evet, işe gitmem lazım, her şeyle ilgilenmem lazım, hatta bu yalıyı satmalıyım, üç çocukla burada ben ne yaparım? Şehre taşınmak en güzeli.
Ama kocamsız bir hayat?”
Bizler de diyoruz ki “çok zor ama alışacaksın, bak Allah’tan paran var, falan filan.”
Ve bir pazartesi sabahı arkadaşım önce kocasını ziyarete gidiyor, duasını ediyor, sonra da holdinge.
“O toplantı odasına” diyor, “hiç girmemiştim ben, bir kere girdim yönetim kurulu toplantısına, o zaman eski binadaydık. Ayaklarım titredi, gözümden yaşlar boşandı. Oturttular” diyor, “Ayşe beni en başa. Gururlandım kocamla. Ağladım tabi.”
Ama ya sonra?
Yahu sonrası çok fena. Şimdi ben onun bana anlattığı, benim de anlamadığım hesabi terimleri yazmayacağım.
Netice şu. Elde var sıfır. Her şey borç. Yalı bile başkasının üzerinde, kira ödüyorlar yalıya ki son bir sene onu da ödememişler.
Borca karşılık kocası yalıyı borçlunun adına yapmış, bugün git, öbür ay vereceğim usulü sallamış kirayı da.
Borç dedik ya, şirketin her haltının altında arkadaşımın imzası var. Bütün borç kaldı mı kadına?
Redd-i miraslar falan bir sürü dert anlattı, neler neler bana.
Ama onlarla bitmiyormuş işte bunlar ya. Kızcağız o odada bitmiş o anda. Nasıl bitmez, hayatı kaydı, hayatı ya.
“Hiçbir şeyden haberim yok benim” diyor, “okusun alacaklılar” diyor, kadın işte saf ya.
Çaresiz, bu nasıl bir acı düşünsenize. Şimdi nefret ediyor kocasından.
Geçen gece aradı “bak” dedi, “önümde bir şişe viski, üç kutu da yeşil reçeteli ilaç Ayşe, hadi eyvallah bana.”
Sonra güldü, “üç çocuk var, ben onunla cehennemde buluşacağım, cehennemde. Yarın geleceğim sana, yazacaksın bunları tamam mı?”
“Tamam” dedim.
Yazdım da.
Keşke yazmaktan fazlasını da yapabilsem ona.
Arkadaşım ya bunu da aşarız birlikte, bak sen de burayı oku tamam mı?
Artık tüm Türkiye yanımızda, hele kadınlar var ya...
Bak şimdi ne e-postalar yağar bana.
Hem de avukatlar var ya, of herkes alır senin davanı.
Bak gör ya.
Seninle ilgili bir dahaki yazım olacak bir kutlama, hatta sen yazarsın belki ya.
Paylaş