Paylaş
Uzun zamandır bir fırsat bulup biz sekiz deli bir araya gelememiştik. Hal böyle olunca anlatacak, paylaşacak çok şey birikmişti. Hele benim anlatacaklarım bir hayli çoktu. Yaklaşık bir aydır arka arkaya yaşadığım şeyler dizilere konu olurdu. Herkesi susturup, sazı aldım elime ve başladım anlatmaya.
Başladım ama nafile, beni dinlemiyorlar bile, daha doğrusu dinleyemiyorlar. Birinin telefonu çalıyor, hop “Bir dakika konuşup geliyorum.” diyor.
O geliyor öbürününki çalıyor; “Ay durun kızlar mühim, konuşup geliyorum.” Hepsinde bir telefon trafiği.
“Yok, olmaz; dokuz uçağı olsun.”
“Ay kahretsin ama ben o oteli isterim sevgilim, ne demek yer yokmuş? Of pof”
İşte o an bana dank ediyor, amanın bayram geliyor. Bizim hatun kısmı seyahat moduna girmiş. Nereye gidilecek, nerede yenilip içilecek, oteldi, uçaktı almış hepsini bir tatil telaşı.
Ben ise bayramın geldiğinin bile farkında değilim. Beynim dolup taşıyor bu aralar. Kendimi koca bir kazan gibi hissediyorum. Altımda harlı bir ateş, içinde de yüzlerce tahta kaşık; bir o karıştırıyor bir bu.
Hatun kısmının telefon konuşmaları bitip, aynı masada yine sekizimiz bir araya gelince, hemen sordum; “Sen nereye gidiyorsun?”
“Amerika”
“Eee, sen nereye gidiyorsun?”
“Bali şekerim”
“Peki, sen nereye?”
“Aşkımla Paris tatlım, fiyatlar da pek uygun, harika bir acente bulduk, aşk tatili olacak inşallah.”
Hepsinin nereye gittiğini öğrendikten sonra beklenen an geldi, aynı soru bana yöneltildi.
“Sen nereye Ayşecim?”
Tam bilmem ne sokak, bilmem ne numaradayım yine, yani evdeyim diyecektim ki aklıma kızları tiye almak geldi. Hem madem bir yere gidemiyordum, hiç değilse anlatırken yaşamış gibi olurdum.
“Bir saniye lavaboya gidiyorum, dönüşte anlatacağım” dedim. Lavaboya gidince bir erkek arkadaşımı aradım; “Bak şimdi, tam üç dakika sonra beni arıyorsun. Bir şeyler söyle bana, ne söylediğin mühim değil, ben de sana bir şeyler söyleyeceğim. Nedenini sonra anlatırım.”
Lavabodan masaya dönünce oldukça heyecanlı görünmeye çalıştım. Hatta sanki onlara bir şey söylemek istiyordum ama kararsızdım. Sanki alacağım tepkilerden çekiniyordum, lavaboya da bundan kaçmıştım havasında oturdum masaya.
Oturunca bir “Of” çektim.
“Ya kızlar kendimi çok kötü hissediyorum, bugüne kadar sizden hiçbir şey saklamadım biliyorsunuz ama kafam karışık, nasıl konuya gireceğim bilemiyorum.”
Hepsinin gözleri fal taşı gibi açıldı, başladılar heyecan yapmaya. Tam o sırada telefonum çaldı.
“Alo, efendim canım.” Efendim derken rol icabı el ayak titredi tabi ki. Yedisi birden kulaktan kulağa oynar misali birbirlerini dürtmeye başladılar. Ben de oyuna devam ettim.
“Aaaa, ay inanmıyorum sen nasıl bir adamsın, Maldivler’de sadece ikimiz için özel ada mı kiraladın? Nasıl yani direk Maldivler’e geçmiyor muyuz? Üç gün Paris’te mi kalacağız? Aa o meşhur otelde mi, hani Diana ile Dodi’nin oteli?”
Bu arada kızlar pür dikkat tabi ki.
“Elbise bedenim otuz sekiz mi, yok yok değil canım kırk, iyi de neden sordun? Berlusconi’nin daveti mi? Aaaaa, hım anladım. Tamam sevgilim. Neyse şimdi kızlarla oturuyoruz, ben çıkınca seni ararım. Haa kapatmadan bugün eve gelenleri görünce dedim ki herhalde İstanbul’da kırmızı gül kalmamıştır. Hihihi, ben de öptüm canım, bayılıyorum senin şu bozuk Türkçe’ne. Bye canım, bye El Habibi.”
Telefonu kapar kapamaz kızlardan en azılı olanı yakama yapıştı; “Nasıl bir kadınsın sen, neler olmuş da haberimiz yok, kim bu? Çabuk söyle.”
“Of kızlar, zaten ben hala nasıl olduğunun farkında değilim, kendim şoklardayım, durun anlatacağım.”
“Of, adı El Kerim. Hatırlıyor musunuz? Yaklaşık yirmi gün önce bir Lübnan lokantasının açılışına gitmiştim.”
“Eeeeeeeeeeeeeeeeeeee” (bu eeeeeee topluca )
“Ya işte ilk önce kokteyl vardı, bir ara lokantanın sahibi Ergün yanıma bir adamla geldi. Adam Arap, üstünde bembeyaz bir fistan, boy deseniz 1.90 gözler masmavi, hayatımda ilk kez mavi gözlü bir Arap görüyorum ve Ergün bizi tanıştırdı; “Arap şeyhlerinden El Kerimi Ayşecim, El Kerimi bu güzeller güzeli hanım da Ayşe.”
Şeyh adımı duyunca “En bellediğim isimlerdendir, merhaba sultanım” dedi. Bellemek, en sevdiğim demekmiş.
Ben adamın Türkçe konuşmasına şaşırınca Ergün lafa girdi; “El Kerimi ve babası yıllardır Türkiye’de büyük yatırımlar yaparlar, kendisi de çok sık geldiğinden çok kısa zamanda dilimizi öğrendi.”
Biraz sohbetten sonra sıra yemeğe geldiğinde El Kerimi; “Masamda yer almanızdan, yanıma oturmanızdan şeref duyacağım” demez mi?”
Bu cümlemden sonra Asuman’ın elindeki şarap bardağı masayı boyladı.
“Eeeee silerler şimdi, sen devam et Ayşe.”
“İşte ben de adamı kıramadım masasına oturdum. Yemekler gelip giderken sohbete devam ettik. Londra’da okumuş, bekârmış, yaşı 51, işten güçten evlenmeye zamanı olmamış.
Ben de kendimden bahsettim biraz, gece biterken birbirimize telefonlarımızı verdik ve beni ertesi akşam Çin lokantasına davet etti. Hayır diyemedim, neden bilmiyorum ama çok etkilenmiştim.”
Aslı atladı; “Yok canım bir de etkilenmeseydin, eeeeeee sonra?”
Sonrası ertesi gün öğlen telefonum çaldı, arayan El Kerimi; “Sultanım adresini istiyorum, saat yedi gibi arabam seni alacak.”
Hayır diyemedim yine, öğlen işten eve geldiğimde içeri girince bir de ne göreyim; salonda çiçekten yürünmüyor, aradım teşekkür ettim. Sonra hazırlandım tam yedide bir limuzin kapıma geldi.
Bu sırada kızların hepsi tekila şat siparişi verdi.
“Eeeeeeeeeeeeee?”
Limuzine biner binmez şoför bir orkide demeti uzattı, üstünde de bir not; “Sultanım, bir an evvel gel lütfen.”
Yolda biraz trafik vardı ama canım sıkılmadı; yarım şişe şampanya içtim, bir kilo kadar çilek yedim, vakit geçti.
Lokantaya varıp içeri girdiğimde bir baktım ki her yerde mum yanıyor, ben diyeyim bin, siz deyin on bin. Lokantadaki masaların hepsi boş, tek bizim masa var ve El Kerimi orada ayağa kalkmış, beni bekliyor. Aldı mı beni bir heyecan, başladım mı tir tir titremeye.
“Ay Ayşe kim olsa heyecanlanır, ben olsam düşüp bayılmıştım belki de, eeeee devam et.”
Oturdum yemekler gelmeye başladı, sohbet harika. Ayşe dedim abayı yakıyorsun valla, El Kerimi desen benden beter. Nasıl bir elektrik oluştu anlatamam size, gece harika geçti.
Yemeğin sonunda dilek kurabiyeleri var ya onlardan geldi yine. Tam elimi uzatmıştım ki El Kerimi; “Dur, bunu al sultanım” dedi. Onun verdiği kurabiyeyi kırınca bir de ne göreyim, ben diyeyim on, siz deyin yirmi karat bir taş. “Alamam” dedim.
“Çok üzülürüm” dedi, ben de aldım, teşekkür ettim, sonra vedalaştık.
Bu sırada kızlardan birinin yine telefonu çaldı; “Ne var? Ee iyi ne yapayım? Ya bana ne, nasıl bir adamsın sen? Kırk yılda bir tatil programı yapacaksın, on bir uçağı yoksa akşam altıya al, ya Allah Allah.”
“İşte kızlar böyle o gün bugündür aşk yaşıyoruz, aman ha kimse bilmiyor.”
“Ayşe ya ne ballı kadınsın sen, şimdi bayramda önce Paris, sonra Maldivler’de özel ada mı?”
“Evet, şekerim öyle, aslında ben gidemeyecektim malum hem gazeteye yazı yazmam lazım, hem her gün canlı yayın var.”
“Peki, nasıl gidiyorsun şimdi, nasıl izin aldın ki?”
“İzin alamadım kızlar ama El Kerimi bir çözüm buldu; hem kanalı hem gazeteyi satın aldı.”
Hepsi birden; “Seni eşek seni, yedin bizi!” diye gırtlağıma yapıştı.
“Ne yapayım arkadaşlar, uyuz oldum size; yok Bali, yok Paris”
Biz gülüşürken içeri Arap bir adam girdi. Hikâyenin bir kısmı doğruydu; hakikaten Lübnan lokantasının açılışında Arap bir adamla tanışmıştım ve o adam bu adamdı. Beni görünce masaya doğru geldi; “Aleykümselâm Ayşe” dedi.
Kızlarla tekrar göz göze geldik Neriman atladı; “Ulan Ayşe sen var ya sen, baştan anlat şu işin doğrusunu.”
Paylaş