Paylaş
Bu nedenle kendimi bildim bileli ayrımcılık diye bir şey yok hayatımda.
Küçüklüğüm geliyor aklıma; iki arkadaşım gelirdi evimize oyun oynamaya. Çok net hatırlıyorum; biri Türkiye’nin sayılı zenginlerinden birinin oğlu -tabi bunu yıllar sonra öğrendim- bir diğeri bizim apartman görevlisinin kızı.
Din, dil, ırk için de geçerliydi bu bizim evde.
Her sene 23 Nisan’da evimize değişik memleketlerden iki çocuk misafir gelirdi.
Kafa göz yara yara anlaşır, kaynaşır, oyun oynardık.
Bir yatak odasını onlarla paylaşır, günler sonra ağlaşarak birbirimizden ayrılırdık.
Yıllar sonra Beyoğlu Anadolu Lisesi’ni kazanınca ki -babam özel lise kazanmadım diye pek sevinmişti- orada da her kesimden insanla dostluk kurma fırsatına erişmiştim.
Kankam Gülse’yle (Birsel) sabahları okula girmeden okulun yanındaki tavukçuda buluşur, üç kuruşa önce tavuk suyuna çorba, sonra pilav üstü tavuk ve son olarak su muhallebisi yerdik.
Bir amcam vardı benim, her sabah orada beni beklerdi; aç olduğu, imkânsızlıkları her halinden belliydi.
Her sabah masamızın davetlisiydi.
Gülse de öyleydi; ayrımcılığı o da bilmezdi.
Zaten bu kadar dizide bu kadar halktan tip yaratabilmesinin sebebi de budur bence.
Şimdilerde bakıyorum da herkeste bir hava.
Herkesin burnu Kaf Dağı’nda.
İki kuruş parası olan bırak zavallıyı ezmeyi, seni ezme çabasında.
Ayrımcılık, aşağılama, hor görme tavan yapmış durumda.
Geçen gün tanık oldum bir olaya, gerçi çok tanık oluyorum bir çoğuna.
Kadınlar konuşuyor yan masada,
Evlerinde yardımcı çalıştırıyorlar,
Evde pişen yemekten yardımcı yemiyor ya
Yardımcıya yemek başka.
Evde balık var mesela; yardımcı kendi yemeğini kendi yapıyor; o da makarna ya da şansı varsa kıymalı patates mesela.
İçimden bir ses kalk git, kafalarında kır önlerindeki bardakları dedi.
Delirdi içim.
Ayrımcılığa bak ya!
Bir kefenle gideceksin öbür tarafa.
Göreceksin ayrımcılığı orada.
Gerçi Allah bu dünyada da gösterir ya o da başka.
Paylaş