Paylaş
En son bildiğiniz üzere çocukluk arkadaşım olduğunu sonradan hatırladığım, yakışıklı trilyoner Veli’nin teknesinde, daha doğrusu gemisinde arkadaşlarla beraber Mortantikos Adası’na doğru yoldaydık.
Veli kamarasını bana verip “Hadi Ayşecim bikinini giy de gel, on beş dakikaya adadayız” deyince, kendime bir çeki düzen vermek üzere soluğu kamaramda, pardon bilmem ne otelinin adeta kral dairesinde aldım. Aman Allah’ım o nasıl bir kamara, banyoda iki jakuzi; biri kapalı havuzdan biraz küçük, yan tarafta sauna, banyo değil spa adeta.
Yatağıma oturup başladım düşünmeye, bacaklarım mosmor. Şimdi denize girsem fondötenler gidecek, göbek desen fecaat ama onun bir çaresi var. Suya girer çıkarken arkadaşlarıma seslenirim;“Arkadaşlar şimdi ben az çok ünlü oldum ya, aman ha bakarsınız fotoğrafçılar soteye yatmıştır, şimdi çekip dururlar beni sonra düşerim yarın tüm gazetelerin manşetlerine” diye.
Tam kara kara düşünürken kamaramın kapısı çaldı.
“Kimsiniz”?
“Ayşe Hanım, ben Maria Lopalolez. Veli Bey yolladı, git sor dedi; masaj ister mi diye. Sizi pek gergin görmüş de”
Ben mi gergindim? Ne alaka ya hu, daha doğrusu gerginlik hafif kalır; taş olmuştum taş, anladığınız fıstık manasında değil elbette.
“Veli Bey’e teşekkür et Maria Bilmem ne, istemiyormuş de”
Tam bavuldan şifon mu şifon, şeffaf mı şeffaf uzun bir elbise çıkarttım giyiyordum ki kapım yine çaldı, bir of çektim beş dakika rahat yok mu be kardeşim!
“Kimsiniz?”
“Benim tatlım, Veli. Sana özel bir güneş kremi ve de bir bardak Şato Kutili Mont Real blanca 1901 getirdim”
Kapıdaki Veli olunca iş haliyle değişti, açtım; “Sağol Velicim”
“Sana özel açtım bu şarabı valla, babam istese ona bile açmazdım, bilesin. Bu arada wow wow yani pek de yakışmış bu elbise sana, hadi yanaşıyoruz adaya çabuk gel yukarı. Ha unutmadan şarabı yavaş iç, her aldığın yudumu yutmadan o güzel dilinde dolandır, dur”
“Hım tamam, sağol Velicim”
Veli gidince, ben ne anlarım şaraptan, zaten pasifloram da bitmiş deyip tüm bardağı kafama diktim ve “börk börk” etmeye başladım. Gırtlağıma bir şey girmeye çalışıyordu. Nefesim kesildi, elimle sırtıma bir yumruk attım, ağzımdan bir şey çıktı gitti, kamaramın camına vurdu.
Bir baktım ki gözlerimi alıyor, yanına bir yaklaştım ki ana, o da ne? Bir yüzük, üzeri sırf taş. Saydım, Allah sizi inandırsın tam yetmiş bir tane, yani benim doğum yılım.
Tesadüf herhalde diye düşünürken yüzüğün içindeki yazıyı gördüm “71’li Ayşem’e” (Burada yine rahatlıkla “oha” ya da “yok artık” diyebilirsiniz)
Dedim ki; “Ayşe saat on iki gibi kesin bu aşk gemisi bir sandala, sen bir maymuna, yaşadıkların da bir rüyaya dönüşecek Sindrella misali.”
Yüzüğü elime alıp titreye titreye yukarı çıktım. Baktım herkes orada ama Veli yok. Bizimkilerin bir tanesinin gırtlağına yapıştım.
“Oğlum anlatsanıza neler oluyor burada? Bunların bir tesadüf olması mümkün değil.”
“Teknenin bir bölümünde Kapalıçarşı yok.”
“Herhalde Ayşe, tabi ki tesadüf değil ama söylemek bana düşmez gerisini”
O sırada Veli geldi ve bana sarılıp kulağıma fısıldadı;“Bugünün hazırlığını uzun süredir yapıyordum.Biliyorum şu an çok şaşkınsın, şimdilik hiçbir şey söyleme ama eğer bu yüzüğü parmağına takarsan beni dünyanın en mutlu, mesut erkeği edersin”
“Peki” diye kafamı sallayıp teknenin kıçına gittim, annemi aradım.
“Anne ne haber?”
“İyi canım, sen nasılsın? Nasıl gidiyor, tekne nasıl, Veli nasıl?”
“Veli mi nasıl? Anne sen Veli’nin benim yanımda olduğunu nereden biliyorsun?”
Resmen oyuna gelmiştim, meğer benim dışımdaki herkes, her halttan haberliymiş. Annemle Veli geçen hafta bir lokantada karşılaşmışlar, Veli de anneme içini açmış. Annem de “Ah oğlum senin gibi damadım olsun, daha ne isterim” demiş.
“Anne dönünce bunun hesabını vereceksin, gerçi belki de sormam hesabını hahah. Neyse yarın akşam uçaktan iner inmez sendeyim”
“Yarın uçaktan inince mi? Ay söylemeyeyim şimdi, bozarım sürprizleri”
“Anne çabuk söyleeeeeee!”
“Of Ayşe Veli’ye sor sen ama benim bildiğim yarın akşam dönmüyorsun, o değiştirecekti biletleri. Tüm Yunan adalarını gezdirecekmiş sana, on gün- bir hafta”
Sevinsem mi kızsam mı bilemedim ama kendimi resmen alıkonulmuş hissetmeye başladım bir an. Baktım Veli bana doğru geliyor dayanamadım;
“Bu kadarı da biraz fazla değil mi? Annemle konuştum şimdi, yarın dönmüyorsunuz dedi. Keşke sorsaydın bana, bilet de bulamayız artık yarın akşama.”
“Bebeğim ne olur kızma, dur bir sakinleş bugünü beraberce bir geçirelim, baktık sıkıldın ve bana karşı hiçbir şey hissetmedin, sabah ilk iş ararım pilotu, akşam bizim uçakla döneriz yine.”
Böyle adama bir şey hissetmeyen enayidir, salaktır, gerzektir, odur, budur, şudur dediğinizi duyar gibi oluyorum ve evet haklısınız diyorum. Ben de fena halde etkilenmeye başlamıştım zaten.
Adaya vardığımızda bizi arabayla yarım saat mesafedeki bir yere götürdüler. Ağaçların içinde, denizin kenarında şato gibi bir yere. Her yer palmiyelerle dolu. Bahçede kocaman bir masa kurulmuş, her şey bembeyaz, boyuma yakın kristal şamdanlar masanın her yerinde, orkidelerden tabakları, çatalları, bıçakları görmenin imkanı yok.
Sıkışınca eve girdim lavaboya gideyim diye. Bir an Veliyle göz göze geldim.
“Ayşecik merak ettim seni”
“Niye? Lavaboya girip geleceğim”
“İyi de eve gireli bir saati geçti, ondan meraklandım”
Evin güzelliğine, ihtişamına kapılıp meğer oturmuşum bir yere, tam bir saattir öküz trene bakar gibi eve bakıp kalıvermişim. Evin de her yeri bembeyaz, başka renk yok hiçbir yerinde. Evin camları yere kadar hepsi açık, beyaz ipek tüller uçuşuyor şıfır şıfır. Denizin de sesi geliyor fışır fışır.
Lavabo sonrası, masamıza gittim. Veli; “Burası senin yerin” dedi. Bir başa ben bir başa o oturdu, benim kankalar da aralara.Bir ara garson bana bir dürbün getirdi.
“Bu niye? Pardon, what for?”
“Ben Türk’üm Ayşe Hanım, masa fazla uzun ya, hani Veli Beyle gözgöze gelmek isterseniz diye getirdim. Bu arada sizi tanımak zevk, Veli Bey’in İstanbul’daki yalısında da ben çalışıyorum. Personelden ve tüm evden ben sorumluyum. Veli Bey’i çok severiz, ah keşke başımızda bir de sizin gibi bir patroniçemiz olsa ama belli mi olur, değil mi?”
Bunların gerçek olması mümkün değil diye düşünürken, bir yerden üzerime su sıçradı. Kafayı bir çevirdim, iki adam ellerinde su dolu bir leğen, içinde denizde ne varsa hepsi canlı canlı kıpraşmakta.
“Hanımefendi Veli Bey hangi balığı sevdiğinizi bilmediğinden biz denizde ne varsa tuttuk, buyurun seçin. Hangisini pişirelim? Ha bir de ızgara mı yapalım buğulama mı?”
Yok artık, bu kadarı da filmlerde bile olmaz diye düşünürken, bir müzik yükseldi, en sevdiğim.
Veli elinde kadeh ayağa kalktı;
“Hepiniz hoşgeldiniz Yunanistan’daki fakirhaneme ama sen sultanım, sen hayatıma, tüm ömrüme hoşgeldin, şerefe”
Kadeh elimde “Hoşbuldum” derken yer ayağımın altından çoktan kaymaya başlamıştı bile.
Devamı haftaya sevgili okur dostlarım.
48 saatlik Bodrum maceram
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16361088&yazarid=344&tarih=2010-11-24
48 saatlik Bodrum-2
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16381312&yazarid=344&tarih=2010-11-26
Paylaş