Paylaş
Sonra “yarına ne yazıyorsun?” diye sordu.
“Hank hink honk…” dedim. Bu bizim aramızda şu demek; daha bir şey yok.
“Ayol” dedi, “huuu yarın 23 Nisan. Yok mu şöyle güzel anıların çocukluğunda 23 Nisan’da yaşadıkların?”
“Ay olmaz mı?” dedim, “var, hem de alası var bende.
Hayatımı kurtardın. Ben yarının 23 Nisan olduğunun farkında değilim.”
Bu da işte benim ayıbım sevgili okurlarım. Buradan da şunu anlıyoruz ki fibromiyalji beyni de etkileyebiliyormuş, bir kenara not alalım.
23 Nisan gelecek diye ben ayın birinde uyuyamamaya başlardım.
O zamanlar bir sistem vardı, ben ilkokuldayken yani.
Ama bu sistem kaç okulu kapsardı, halen var mı, kaç çocuk bu güzellikten her sene nasibini aldı, falan inanın, bilemiyorum şu an.
Tek bildiğim ilkokul birden itibaren her sene ayın yirmi birinde kapımız çalar ve bir- iki büyük eşliğinde bize ya bir ya da iki yabancı küçük misafir arkadaş gelirdi.
Hem de yatıya.
Oley oley.
Bundan daha güzel bir şey olabilir mi, düşünsenize.
Çocukluğumdan beri postacı, sütçü, kapıya gelen herkesi sarılarak öpen ben, bu kız ya da kızları da aynı şefkatle karşılardım.
Tabi haliyle biraz afallarlardı.
Soğuk iklimden gelen bu kızlarla diyalogumuza annemin babamın şefkati ve ilk gece onlar için hazırlanan abartılı yemekler eklenirdi.
İyi derecede İngilizce konuşan annem ve babam bu kızların gönlünü benden önce fethederdi.
Ayın yirmi biri ve yirmi beşi arası anam babam kolları mor gezerdi.
Eş dost onları görünce “aaaa size yabancı kızlar gelmiş yine belli” der, gülerdi.
Çünkü ben kendilerini sürekli çimdikleyerek “ne dedi şimdi, haaa?”
“Sen ne dedin?”
“O ne cevap verdi?”
“Ayşe Barbie oynayalım diyor desene.”
“Sorsana kaç Barbiesi varmış anne.”
“Şimdi ne sordun, haaa?”
Şeklinde sinir sepet gezerdim.
Bu kızların hepsi yetenekli olurdu.
Ya iyi dans eder, ya iyi şarkı söyler, ya bir alet çalar ya da ne bileyim takla makla atarlardı.
Gitar derslerimi astığıma, resim dersine gitmeyeceğim diye tutturduğuma, tenis raketimi bir ağaca vurarak kırıp oynamayacağım artık diye ağladığıma yanardım. Sadece her yılın nisan ayının yirmi biri- yirmi üçü arası yanardım.
Kızlar marifetlerini sergilerken ben de ancak bak bebeğimin elbisesine gibi maymunluklar yapabilirdim.
Ve karşımda dört tane göz...
Ya gör işte dercesine annemle babam...
Ve bir sene bir kız yüzünden hayatım kaydı.
Bir kız da gelsin ki kardeşim gözü mavi olmasın yahu.
Babam için eve getirilen küçük bir ışık vardı. Fizik tedavi mi uyguluyormuş ne.
Kızla oynarken bu ışıkla oynamaya başladım ben, sıcaklık veriyor falan, mavi bir ışık ha ha ha.
Ben bunu gözüme bir tuttum, elimde de ayna, ana. Baktım benim de gözler oldu mavi.
Sonra günler geçti kız mız gitti.
Ben bunu eğlence yaptım kendime, canım istedikçe ışığı tuttum gözüme, aha Ayşe, mavi gözlü, güzel Ayşe.
Ve bir sabah kalktım, çift görüyorum.
Annem babam kahroldu, Ayşe’nin beyninde tümör var diye.
Tomogrofim sağlam çıktı.
Bir süre kimse ne olduğunu anlayamadı.
Sonra ben babamın fizik tedavi uzmanı varken aynı haltı yapınca iş ortaya çıktı.
O özel ışınmış, göz kaslarımı gevşetmişim meğer.
Gözleri güzel bu kızlar yüzünden kör olacaktım, kör, işte böyle bir şey.
Ve 23 Nisan kızları...
Kızlar giderken gerçekten ayrılmamız zor olurdu, aynı dili konuşamasak da çocuğuz ya, bir şekilde kaynaşırdık. Kaynaşmak ne kelime, kardeş gibi olurduk.
Hatta bir sefer annemle babam ayrılmam çok zor oluyor diye acaba almasak mı seneye diye düşünmüşler.
Adresler hep alınırdı, bir süre mektuplaşılırdı.
Kim bilir şimdi nerelerdeler…
Acaba beni hatırlarlar mı?
Ay duygulandım.
Üç gün önce de babamın ölüm yıl dönümüydü.
Nasıl bir tesadüf ki bu?
Ben kaçtım.
Canım Ata’m.
Ayşe’nin notu: işin ne gazeteci hanım, araştırıp yazsaydın epostalarına maruz kalmamak, daha da doğrusu meraktan çatlamamak için google’dan araştırdım, artık böyle bir uygulama yok, tarih olmuş, yazık olmuş. Onlar mı gelmek istemiyor, bizimkiler mi bu sistemi kurmuyor, tabi o da ayrı bir araştırma ve merak konusu oldu şimdi bana.
Paylaş