BABAM

Babalar günü geçti, 18’i de babamın doğum günüydü.

Haberin Devamı

Böyle olunca son günlerde aklımdan hiç çıkmıyor, burnumun direği sızlıyor.
Çok özledim babamı.
İzninizle köşemi babama bırakıyorum bugün.

Çiçek pasajı

Sizlere önceki hafta yazdığım yazıda bir süredir azıp nasıl bir gecekuşu olduğumdan söz etmiş, sabahlara dek sürttüğüm mekanları anlatmıştım...
Bu arada bir gece de arkadaşım Ziya’yla birlikte uzun süredir gitmediğim Çiçek Pasajı’na gidip hasret giderdik, biraz da Beyoğlu kaldırımlarında dolandık...
Ziya, benim yıllardır Kanada’da yaşayan, çok sevdiğim çocukluk, delikanlılık arkadaşımdır...
Birkaç yıl var buralara gelemiyordu... Geçenlerde geldi, geldiği gün de soluğu gazetede, bende aldı...
Ben tam eve telefon edip Ziya’nın geldiğini, akşam eve yemeğe getireceğimi söyleyeceğim, Ziya “Yahu şimdi İnci’ye iş çıkarma... Boşver evi falan, seninle şöyle bir Pasaj yapalım, yıllardır gözümde tütüyor eski günleri anarız...” dedi.
Ziya’nın ‘anarız’ dediği eski gün, 40 yıl önce Pasaj’da o adamakıllı sopayı yediğimiz gündü...
Onaltılı, onyedili yaşlarımızda bir gün Ziya’yla Çiçek Pasaj’ına gitmiştik...
Benim Pasaj’a ikinci gidişim, hayatta da ikinci kez içki içişimdi...
Ziya’yla ikişer tane votkalı Arjantin birayı fondip yaptık... Ziya, üçüncü votkalı Arjantin’i bir saattir patates tavayı getirmedi diye bize bakan garsonun başından aşağı boca etti...
Meydan dayağı da ondan sonra başladı...
Sanki oranın garson taifesi yetmiyormuş gibi, bir de yan meyhanelerden ‘memleketli’ garson desteği geldi...
Feci bir sopa yiyip, birkaç insan evladının araya girmesi sonucu ölümden zor döndük...
Ziya’yla Beyoğlu’na gittiğimizde, Beyoğlu’na arabayla girmek yasak olduğundan arabayı Tarlabaşı civarında, bir otopark mafyası mensubu arkadaşa emanet ettik... Sonra da Beyoğlu’na daldık...
Beyoğlu adına, “Aah ah!.. Nerede lan bizim o eski Beyoğlu’muz?” diye salya sümük zırlamanın anlamı yok...
Burada karınca kararınca bir alay olumlu icraat yapılmış; kitapçılar, sergi salonları, Batı usulü şık minik kahveler, restoranlar açılmış...
Beyoğlu üç beş yıl öncesine göre elden geldiğince güzelleştirilmeye çalışılmış...
Zaten bu konuda cansiperane bir biçimde çalışan bir de ‘Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği’ var...
Üyelerinin çoğunluğunu da sosyetemizin ünlü hanımları oluşturuyorlar...
Bu hamiyetperver hanımlarımız kendilerini güzelleştirmeden arta kalan tüm zamanlarını Beyoğlu’nun güzelleşmesi için harcıyorlar...
İşin şakası bir yana, derneğin Beyoğlu adına yaptığı olumlu bir alay şey de var...
Ama iş mekanı güzelleştirmekle bitmiyor ki... Orada gittikçe çirkinleşen insan yapısını nasıl güzelleştireceksin ki?
Beyoğlu kaldırımlarında saç sakal birbirine karışmış birtakım adamları çevirip, yüzlerine allık, pudra mı süreceksin...
O gece Ziya’yla Pasaj’a doğru yürürken örneğin bir karayağız arkadaş, af buyurun ‘Clinton’unu çıkarmış bir kitabevinin yan duvarına işiyordu...
Neyse Pasaj’a geldik...
“Önce Balıkpazarı’ndan biraz nevale alıp öyle girelim Pasaj’a” dedim Ziya’ya...
Burada adettendir... Pasaj’da gideceğiniz meyhanede her bir şey vardır ama, lakerda, pastırma, turşu vs.’yi kendi elinizle alıp meyhaneye götürmenin de ayrı bir keyfi vardır...
Meyhaneci takımı da buna asla itiraz etmez, size bunları saygıyla servis ederler...
Hayatta evine yarım kilo domates götürmemiş, evde bir bardak su almak için oturduğu yerden dötünü kaldırmayan bir alay maço erkeği bile Balıkpazarı’nda meyhane öncesi alışverişinde oradan oraya koştururken görebilirsiniz...
Uzatmayalım, biz de Ziya’yla Balıkpazarı’ndan pastırma, lakerda, midye dolma biraz nevale düzdük Pasaj’a yollandık...
Bu arada midye dolma dedim de aklıma geldi... Şimdiki midye dolmalar, kulaktan dolma...
Eskiden Pasaj’da bir midye dolmacı Haydar vardı, yaptığı midye dolmaları o kadar güzeldi ki, içlerinden ne zaman inci çıkacak diye midyeleri büyük dikkatle açardık...
Neyse geldik Pasaj’ın Balıkpazarı sokağı içindeki kapısına...
O ara gözüm, Pasaj kapısının hemen karşısındaki Ali Han’a takıldı...
Uzun yıllar önce abim, karikatürcü Ferruh Doğan ve ben birlikte çizgi film yapıyorduk... Büromuz da bu Ali Han’daydı...
İşte bu Ali Han’da neredeyse tımarhanelik oluyordu ki, güçbela meramımızı anlatıp son dakikada yakayı tımarhanelik olmaktan kurtardık...
O ara o yılların en uzun çizgi filmi ‘Koca Yusuf’ belgeselini yapıyorduk...
Çizgi filmi yaparken tabii hareket araştırıyoruz... Örneğin pehlivanların peşrev hareketini çizeceğiz, birden masadan kalkıp kendi kendimize odanın ortasında peşrev yapıyoruz...
Sonra oturup hareketi çiziyor, bu defa da davul zurna çalanların hareketlerini saptayabilmek için tekrar ayağa fırlıyor, sanki boynumuzda davul varmış gibi davul çalma ya da elimizde zurna varmış gibi zurna üfleme hareketleri yapıyoruz vs...
O ara bizim Ali Han’daki odanın karşısında, Pasaj’ın olduğu binanın üst katında bir konfeksiyon atölyesi varmış...
Orada çalışanlar da meğer günlerdir bizi izlerlermiş...
Sonunda bir gün “Karşımızdaki binada abuk sabuk şeyler yapan bir sürü adam var” diye karakola ihbarda bulunmuşlar...
Yalanım varsa şerefsizim, bir gün gene böyle Koca Yusuf’un Fransız Pol Pous’u nasıl tuş ettiğini çizmek, tuş hareketini araştırmak için yerde debelenirken içeri bizi toplamak üzere bir ekip geldi...
Polis arkadaşlara durumu anlatıp yakayı kurtarıncaya kadar akla karayı seçtik...
O gece Ziya’yla Çiçek Pasajı’nda çok keyifli bir gece geçirdik...
Ve Pasaj’a kadın çorabı ve oyuncak satıcıları sökün edince, ‘vakittir’ deyip kalktık...
Şimdi, “Bu kadın çorabı ve oyuncak işi de nedir?” diyeceksiniz... Anlatayım...
Aslında bu bizim Türk milleti kadar uyanık, cin bir toplum inanın dünyada yoktur...
Aptal sandığınız, hiçbirşeye benzetemediğiniz adamlar bile en hasosundan birer çarıklı psikologtur...
Çiçek Pasajı ve civar meyhanalerde bu kadın çorabı ve oyuncak satma işi ben bildim bileli sürer gider...
Bu satıcı takımı, meyhanelerin kapanma zamanına yakın, milletin kafayı iyice bulduğu saatlerde piyasaya çıkarlar...
Ve o külotlu kadın çorapları, zilzurna sarhoş sakallı bıyıklı bir alay adam tarafından kapışılır...
Çünkü hepsi eve gitmeleri gerekirken, feneri Pasaj’da söndürmüşlerdir...
Karıdan yiyecekleri zılgıtın şiddetini azaltmak için külotlu çoraptan medet umarlar...
Kapıdan girerken terliği yemeden önce içeri o külotlu çorabı uzatırlar...
Oyuncak ise “Lan ben, beni evde bekleyen yavrumu nasıl ihmal ederim...”in diyetidir...
O oyuncağı da genelde mışıl mışıl uyuyan çocuğu gecenin bir vakti ayağa dikip vermeye kalkışırlar...
Anlayacağınız ‘Pasajcılık’ zor zenaattir...
Neyse o ara ben de bir kilotlu çorap aldım... (Yahu espri yapıyoruz tabi) Ziya’yla çıktık Çiçek Pasajı’ndan...
Çıktık ki, Galatasaray Lisesi’nin önünde bir kavga, neredeyse kan gövdeyi götürüyor...
Derken polis ekipleri geldi, duruma hakim oldu...
Sorduk... Pilavcı kavgasıymış...
Beyoğlu’nda yıllardır arabada seyyar satış yapan ‘Nohutlu Pilavcılar’ vardır...
Bu Pilavcılar da fraksiyonlara ayrılmış, Nohutlu Pilavcılar’ın karşısına Etli Pilavcılar çıkmış...
Ve aralarında hergün kavgalar çıkıyormuş...
Yahu pilavcı arkadaşlar...
Şu kritik günlerde kavgayı bırakın, elele verip birlik olun aranızda bir koalisyon kurun...
İnanın şu ara memleketin size çok ihtiyacı var...

Yazarın Tüm Yazıları