Paylaş
Her yer donanmış Türk bayraklarıyla, sanırsınız gökyüzü boyanmış al kırmızısına.
Tarih 29 Ekim. Duyuyorum bir yerden.. Balo var, Cumhuriyet balosu.
Tamam diyorum, ben şimdi bir yolunu bulurum, karışırım o baloya.
Girerim içeriye bir şekilde ya, tanıdık asker masker, oho bir sürü nasıl olsa...
Yan evin oğlu asker Ahmet’e soruverdim, davetiyeye ihtiyacım var dedim.
“Ne gerek var” dedi, “benimle geliverirsin, zevktir kavalyen olmak benim için.”
Bakındım ne giyerim diye, yaşım 35’in üstünde, evlenememişim, olmamış işte.
Kılık kıyafet de günlük şeylerden ibaret bende.
Ama hayal ya bu işte, annem konu komşuya bahsedince, komşulardan biri de terzi Hüsniye Teyze olunca “bir kırmızı tafta elbise var” diyor, “hazırlamıştım bir müşteriye, senden kıymetli mi, gel, al, giy bu gece.”
Kızıl, uzun, vag saçlarım, kırmızı rujum, siyah rugan ayakkabılarım... Hazırım artık geceye.
Ve girdik içeriye, kapıda misafirlerini tek tek karşılarken benim de elimi tuttu, “Hoşgeldiniz hanımefendi, iyi akşamlar” dedi nazikçe.
“Teşekkürler, iyi akşamlar Paşa’m” dedim, bacaklarım titrerken sesimin çıktığı kadar, düşmemek için çabalayaraktan.
Kokteyl prolonge sırasında Atatürk’ün etrafında fır döndüysem de yanına hiç yaklaşamadım. Hayır, etrafını kuşatan kadın ordusundan mütevellit değil. Atatürk daha çok kurmaylarıyla ve yanındaki genç erkeklerle konuşmaktaydı, ondan.
Yemek için masalara buyur edildiğimiz zaman Atatürk’e yakın bir masaya oturmuş olmam bana hayatın bir lütfu gibi gelmişti.
En azından rahatlıkla kahkahalarını ve de az da olsa konuşmalarını duyabiliyordum kıyısından.
Hep ilerisiyle ilgili konuşuyordu Atatürk, hep ülkeyle ilgili, hep çocuklar, hep kadınlar, hep eğitim, hep öğrenim...
Ben de kitap yazıyordum kendimce, hayalimde de dil öğrenmek vardı, eh hal böyle olunca da yine âşık olmak Mustafa Kemal Atatürk’e...
Az kaldı dedim kendime, şimdi bitsin bu yemek, başlasın danslar da sonra gideceğim masasına ne yapıp edip.
Bir cesaret öyle de yaptım, önce ona kendimi tanıttım, sıcak mavi gözleriyle bana baktı, “buyur kızım” dedi, oturduğu yerden ayağa kalkıverdi.
“Bir dans, sadece bir dans edebilir miyiz sizinle?” dedim. Bacaklarım artık tutmadığı halde. “Elbette” dedi.
Salonun ortasında onunla dans ederken sadece o ve ben kalmış idik. Teşekkür vakti geldiğinde “oku, yaz, bu ülkenin gelişmesi için, siz kadınlar çok mühimsiniz” dedi, elimi nazikçe öpüverdi.
Bana da böyle bir hayali kurmak bile çok güzel geldi...
Cumhuriyet ve iki dede
Dün akşam annemle üzüntü içinde maden haberlerini izliyoruz.
Kız kardeşim arıyor, “Cancan’ı size yolluyorum” diyor. Beş buçuk yaşındaki Cancan elinde bayrağımızla coşkuyla geliyor.
“Yarın Cumhuriyet Bayramı, kutlamalar var” diyor.
“Evet” diyoruz, “yaşasın Cumhuriyet.”
Sonra Ayça yine arıyor, ağlayarak; “Kayınpederimi kaybettik.”
Nubar Bey hepimizin çok sevdiği biriydi. Perişan oluyoruz.
1932 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğu.
Dokuz yaşında Cumhuriyet’in kurulmasına tanık olmuş, çocuklarını da öyle yetiştirmiş, hatta torununu.
Ben birden daha çok ağlamaya başlıyorum, Cancan’a çaktırmadan yarın diyorum, 29 Ekim benim dedemin de doğumgünü.
Benim dedem 29 Ekim 1923 doğumlu, Cumhuriyet ilan edildiği gün doğuyor, zaten adı da Kemal konuyor.
Cancanla elimizde bilgisayarlar, yan yana salak gibi oturuyoruz.
İçimden “bir gün sana bunu anlatacağım” diyorum.
Dedem vefat ettiğinde ben 35 yaşlarındaydım, o da bizi ve evlatlarını tam Cumhuriyet çocukları olarak yetiştirdi.
Tuhaf bir rastlantı yaşıyoruz. Nubar Bey mekânın cennet olsun.
Masmavi gözlerin, asaletin, duruşunla aile büyüğümüzdün.
Yılbaşı geceleri senin piyano seslerin olmadan çok tatsız olacak.
Not: Müjdat Abi (Gezen) de 29 Ekim doğumludur. Çocukluk yıllarında hep dermiş ki “yahu ben ne önemli bir çocuğum ki her doğum günüm kutlamalarla, havai fişeklerle geçiyor.”
Paylaş