Paylaş
Geçmişi hatırlıyorum, yıllar öncesini, çocukluk günlerimi... Sakin, sessiz, küçük bir sayfiye beldesiydim... İzmirlinin sevgilisi, çocukluğu, gençliği, aşkları, ayrılıkları, en güzel yaz günleri, 45 dakikayla en yakınıydım... Mutlu bir çocukluktu benimkisi, biraz huzurlu biraz aheste. Çoğu zamanda özgür, başına buyruk... Çok çocuk büyüdü benimle, çok hayatta izler bıraktım. Bir kokum vardı, Egeliler bilir kollarıma yaklaştıkça artan, bir ömür anılarda kalan buram buram deniz kokusu. İnsanlar sadece beni değil, kokumu, ruhumu, doğamı, rüzgârımı bana ait olan her şeyi, her küçük detayı severlerdi. O günlerde herkes birbirini tanırdı. Öyle büyük oteller, küçük oteller yoktu, butik hayatlar vardı. Otel dediğiniz de iki tane otelimiz vardı. Yemekten sonra deniz kenarına çay içmeye, ay ışığında sohbete gidilirdi. Herkesin bir evi vardı, yaz başında açılan, eylülde hüzünle kapatılan. Evlerde toplanılır, mangallar yapılırdı... Gece kulüpleri, barlar, mekânlar, ‘beach club’lar’, ‘happy hour’lar’... Hiçbiri yoktu. Belki bir iki tane küçük bar, onların da eğlence anlayışı bugünkünden çok farklıydı. Birine denize girmek paralı olacak deseniz muhtemelen gülerdi. Herkes istediği yerden denize girerdi. Kumsallar bakir, deniz sakindi. O zamanlarda eğlence demek sabahlara kadar o bar senin bu bar benim gezmek, bayılana kadar içmek demek değildi. Eğlence sohbetti, uzun soluklu sofralarda yenen yemeklerdi, mehtabı seyretmekti, keyifli bir konserdi, akşam serinliğinde çarşıda şöyle bir tur atmak, sakızlı dondurmanın tadına bakmak, lokma, mısır, midye, kumru yemekti. Şimdi soruyorum “Nasıl eğleniyorsunuz?” diye. Beach’lerde boyalarla çıplak bedenlerine resimler yapıyor, yazılar yazıyorlarmış, birbirlerine içki püskürtüyorlarmış, en fazla şişe açtıran en havalıymış, fiyatlar da uçuyormuş... Anlamıyorum. Herkesin ve her şeyin eskiden bir ayarı vardı. Yazın ve tatilin bile. İnsanların iffeti vardı. Lüksten uzak konforlu, deniz kenarında küçük küçük siteler vardı. Herkesin dost, arkadaş, komşu olduğu siteler. Orada hayat güzeldi. İlk dostluklar, arkadaşlıklar, aşklar, ayrılıklar hep o sitelerde yaşanırdı. Son derece masumane, son derece çocuk ruhluydu.
Önce sörfçüler geldi sonra İstanbullular
Zaman rüzgâr gibi esti geçti... Bazen tüy gibi okşadı, bazen sertçe dokundu. Geçen zaman benden de pek çok şey aldı götürdü. Yollarım, kollarım, sokaklarım her geçen gün biraz daha kalabalıklaştı. Hiç tanımadığım yüzlerle, bedenlerle doldu taştı. Tanışmak istedim, onları tanımak istedim ama bir gördüğümü bir daha görmedim. Arabalar her yanımdaydı. Bugünlerde en çok gördüğüm plakayı o günlerde ilk defa görüyordum: 34. İstanbullularmış... Her fırsatta ne kadar güzel olduğumu söylediler, beni çok beğendiler, çok istediler. Ama hiçbir zaman bir Egeli kadar yakın ve samimi olmadılar. Germiyan, Ildırı, Çiftlikköy, Karaköy ve Ovacık... Çeşmeli kardeşlerden en çok beni, Alaçatı’yı sevdiler. Önce rüzgâr sörfçüleri geldi... Ardından İstanbullar. Kimsenin yüz vermediği çocuğum bir anda ilgi odağı oldu. Her yanına kafeler, antikacılar, butikler, butik oteller açıldı. İstanbullular gelirken yalnız gelmediler, yanlarında hayat ve eğlence anlayışlarını da getirdiler. Beni ne kadar beğenseler de içten içe köy gibi buldular. Hemen barlar, kulüpler, beach’ler yapmaya başladılar. Aldılar, sattılar, beğenmediler baştan yaptılar. Çok sevdikleri Bodrum’u bir anda unuttular. Benden yeni bir Bodrum yaratmaya çalıştılar. Ama ben hiçbir zaman Bodrum olmadım, olamayacağım. Ben kalabalıklaştıkça İzmirli benden uzaklaştı, kabuğuna çekildi, İstanbulluların ilgisini sorguladı, kalabalıktan, trafikten, eğlence tarzından, fiyatlardan yakındı. Ama her şey sözde kaldı... Kiminin de hoşuna gitti “İstanbullar geldi kötü mü oldu? Çeşme’ye hayat geldi, eğlence geldi” dedi. Artık her yanım eğlence, her yanım bar, kulüp, beach club... Artık site hayatı yok, komşuluk yok, anlayış yok, uzun soluklu akşam yemekleri, sahil yürüyüşleri, bahçelerden yükselen taş sesleri, iskambil hışırtıları yok... Artık kalabalık var, gürültü var, bireysellik var, bencillik var, her köşe başında kabadayılık var, kavga var, trafikte kaza var, gece yaşayıp gündüz uyumak var. Bütün bunların içinde kocaman bir yalnızlık, ruhumda derin bir boşluk, yorgunluk... Bu kalabalığa, gürültüye, trafiğe ne kadar dayanırım bilmem, tek bildiğim eğer böyle devam ederse rüzgâra kapılıp gidecek olmam.
Paylaş