Paylaş
Serenad kitabı yazarlığınızın hangi noktasında duruyor sizce?
Serenad benim romanlarım içinde çok değerli bir yer tutuyor. Bunda 2 şey etkili olabilir. Biri, her romancı en son romanını yeni doğmuş çocuk heyecanıyla karşıladığı için ‘galiba, bu kez en güzelini yaptım’ diye düşünür. Yaşar Kemal gibi birçok yazar arkadaşım da bunu söylerdi. Diğeri ise, Serenad’da zor bir işe kalkışmam... Çünkü romanda çok fazla tarihsel katman, çok kişi ve çok kopuk olaylar var. Bunların hepsini bir kurgu içerisinde yedirebilmek zor bir işti.
Bu kadar çok tarihsel konuyu aynı anda anlatmak, araştırmak zor olmadı mı?
Aslında ben de roman bitip geriye bakınca korktum nasıl bir işe kalkışmışım diye… William Faulkner’ın ‘Bir romancının başarısı göze alabildiği başarısızlıkla ölçülebilir’ diye çok güzel bir sözü vardır. Serenad da başarısız olabilirdi ama okuyucular, basın ve eleştirmenlerden gelen tepkilere göre olmadı. Hatta benim en iyi romanım olduğunu düşünen çok kişi var.
Fazla edebiyat yapmak iyi bir şey değil
Serenad’da ana karakter Maya ‘Bu kitabı edebi kaygım olmadan yazıyorum, amacım hikâyenin duyulması’ diyor. Romanı yazarken böyle düşünmüş olabilir misiniz?
Buna yayıncılarım da dikkat çekti. Sebebi şu. Bence edebiyat konusunda yanlış bir algı var. Halk arasında ‘edebiyat yapma’ derler. Bir bakıma haklılar da.. Çünkü edebiyat yapmak yani süslü, tumturaklı cümleler, edebi benzetmeler gerçek edebiyatın dışında. Bunlar, yazarların ilk acemilik zamanlarında yaptıkları şeylerdir. İnsan geliştikçe, ustalaştıkça sadeleşir, yalınlaşır. En uç örneği ise Yunus Emre. Serenad’da okuyucu ile anlatıcıyı karşı karşıya bırakmak istedim. Anlatıcı da zaten ‘ben sizi inandırmaya çalışmıyorum, edebiyat tekniği de kullanmıyorum, yüreğimi döküyorum’ diyor. Ama bunu yapabilmek de önemli bir teknik gerektiriyor.
Bir kadının ağzından bu kadar doğru yazabilmenize çoğu kişi şaşırmış değil mi?
Evet, bana devamlı, ‘Kadın ağzından nasıl yazabiliyorsun’ diyorlar. Bence bir romancı herkesin ağzından yazabilmeli, yoksa tüm insanlığı anlatamaz. Romancılık empati kurma ve başka insanları anlama sanatıdır. Ben romanlarımı kafamda oluşturuyor, karakterleri ve hikâyemi birkaç yıl pişiriyorum. Onları tanır hale geliyorum. Roman kendini yazdıracak hale gelince de günlük hayattan kopup aylarca romanımı yazıyorum.
Irkların dinlerin boyların soyların karman çorman olduğu yer
Kitapta Mavi Alay olayı, Hitler zulmü gibi birçok tarih olayı anlatılıyor. Tarih bu kadar iç içe mi sizce?
Kesinlikle. Hele Türkiye’de hangi evin kapısını açsanız içinde mutlaka bir sır var. Irkların, dinlerin, boyların, soyların karman çorman olduğu bir yer burası. Çünkü İngiltere, Japonya gibi bir ada değiliz, kendi medeniyetimizi 700 -1000 yıl dokunulmadan geliştirememişiz. Bir geçiş yeri olmuş Anadolu. Haçlı seferleri, Timur Moğol orduları, daha eski uygarlıklar hepsi karışmış. Yani, biz kendimize Türk derken sadece Orta Asya’daki Türkler ile akrabalığımızı kastetmiyoruz.
Türklük sadece bir ırk değil bir halktır
Kitabınızda ‘Anadolu’ya sığınmış kılıç artığı soyların karışımını Türk’diye niteliyorsunuz…
Evet, Atatürk’ün Türklük tanımı da bu. Biz de var olan ulus kendine bir devlet değil, var olan bir devlet kendine bir ulus yaratmış. Atatürk şöyle diyor: ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.’ Bu ne kadar incelikli bir tanımlama… Yani burada bir ırk değil, Türkiye’nin halkı var. Sadece Orta Asya’daki akrabalarımızın soyunu kabul etmek dışlayıcı oluyor. Biz hangi kökten gelirsek gelelim Türk Milleti’ni oluşturuyoruz.
İnsanlar bıraktıkları topraklara büyük özlem duyuyor
Özellikle Ege Bölgesi bunun en yoğun yaşandığı yer değil mi?
Ege’nin kozmopolit olması çok güzel ama burada da iki yön var. Bir yaşadığı trajediden ders alanlar var bir de almayanlar. Ege’de de çok büyük acılar yaşandı ama bir arada yaşamayı en güzel becerebilen yerlerdendi. Ama sanıyorum son dönemde Ege’de bile önyargılar oluşmaya başladı.. Hatta şu an Seferis’in Güncesi ni okuyorum. Nerede olursa olsun, Yunanca konuşan kim varsa onu görünce hemen boynuna sarılıyor ve ‘Biz Girit göçmeniyiz, ah adamız, ah topraklarımız’ diyor. Yani insanlar bıraktıkları topraklara müthiş bir özlem duyuyorlar.
Hayatımın özeti farklı pasaportlarım
Yıllar önce kabul edilmediğiniz ülkelerden şimdi ödüller, nişanlar alıyorsunuz.
Hayatın her tarafını gördüm. Askeri hapishaneleri de, Kremlin’den Elize Sarayı’na kadar cumhurbaşkanı saraylarını da. Çok dolu bir hayat benimki. Sanki birkaç kişinin hayatı. Hayatımı en iyi özetleyen şey pasaportlarım.
Kaç tane pasaportunuz oldu ki?
İlki askeri dönemde Türkiye’den çıkmak için kullandığım bir sahte pasaporttu, Adıma değildi. İkincisi İsveç’te politik sığınmacı olduğumdada verilen açık mavi Birleşmiş Milletler’in en alt düzey görevlisi pasaportuydu. Üçüncüsü, lacivert TC vatandaşı pasaportuydu. Dördüncüsü, 96’da Unesco’ya Paris’te büyükelçi olduğumda aldığım Birleşmiş Milletler’in en üst düzey kırmızı pasaportu. Beşincisi ise milletvekili olduğum zaman en üst düzey diplomatik kırmızı pasaport. Bunların beşi de kâğıt parçası ama her birine göre ayrı muamele var. Kiminde suçlu diye lkeye sokmuyorlar, kiminde kırmızı halı serip önünüzde eğiliyorlar. Ben hep aynı insanım ama o kâğıtların rengi bana farklı muameleler yapılmasına neden oluyor. Bu günümüz dünyasının garipliğini gösteriyor bence.
Denetim olmazsa iktidar gücü Rahibe Teresa’yı bile yoldan çıkarır
Son kitabınızda ‘Her iktidar öldürür’ diyorsunuz ve muhalefet etmenin öneminden bahsediyorsunuz?
Evet, ama oradaki muhalefet sadece muhalefet partisi değil toplumun bütününe yayılan bir denetleme mekanizmasıdır. İktidar çok baştan çıkaran bir şeydir, tarihin her döneminde, her uygarlıkta sınırsız güç çok tehlikelidir. Rahibe Teresa’dan bizim evliyalarımıza, dünyanın en iyi niyetli insanlarını getirin ve bir hükümet kurun ister istemez o güç, onları da yoldan çıkarır. Demokrasinin olmazsa olmaz kuralı kontrol ve denetimdir. George Washington ‘Bütün politikacıları anayasanın çarmıhına germek gerekir’ demiş, sahiden sınırsız güç yoldan çıkarır.
Üniversite öğrencileri Aziz Nesin’i duymamış
Gençlerimiz ve kültürel durumumuz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Umutsuzum. Çok çorak bir dönem yaşadığımız için endişeliyim. Hükümetler, politik akımlar değişir geçer, yerine başkası gelir.. Kaç tane değişik akım gördük Türkiye’de, ama cehalet çok korkunç bir şeydir. Bir kere gelip ülkenin üzerine çöktü mü çok zor. Biz Atatürk’ten sonra eğitim- kültür seferberliği ve aydınlanma yaşadığımız için bu kadar kuşak buralara gelebildi. Ama şu an yetişenlere bakıyorum müthiş bir karanlık içindeler. Ayrıca kültürün önemli olduğu bir dünyanın farkında bile değiller. Çünkü müziğe baktığınızda genellikle eller havaya durumunda, sinema düzeysiz küfürlü komedi filmler haline geldi, kitaplar deseniz iyi kitaplar var ama daha çok büyücü ya da kopyala-yapıştır ile yapılmış sulu göz aşk kitapları. Yani bir ülkenin kültür hayatı bundan ibaret olmamalı.
Hem de bu kadar zengin bir kültürümüz varken…
Bakın, geçenlerde Aziz Nesin’i Anma Toplantısı vardı. Üniversite mezunu gençler Aziz Nesin’i duymamışlar. ‘Sait Faik’i, Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i duydunuz mu’ dedim, hiçbirini duymamışlar. Bu kuşak farkıyla açıklanamaz çünkü bizler Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i, Tevfik Fikret’i kaç kuşak önce olmasına rağmen biliyorduk. Bu korkunç bir cehalettir. Tüketime odaklanmış, jöleden, giyimden başkaşey düşünmeyen bir kuşak demektir bu...
Yakında albüm yapabilirim
Müziğin yeri nerede şu anda?
İnsanlar yeni besteler istiyor biliyorum. Aslında her şeyi istiyorlar. Kitaplar, konuşmalar isteniyor. Ama tek başıma hepsine yetemiyorum. Gerçi kafamda yeni besteler var yakında albüm de yaparım sanıyorum. Zaten şimdi Amerika, Kanada turnem var.
Paylaş