JACQUES ile Enzo’nun hikayesini anlatır Le Grande Bleu.
Bu ikilinin rekabetinin arenası da denizdir, ortak tutkuları da.
Tehlikeli bir mücadeleyi anlatır Luc Besson’un filmi.
Nitekim hikayenin finali, filme Türkçe adını veren "derinlik sarhoşluğuyla" tamamlanır.
Derinlik sarhoşluğu, dalgıçlığa ilişkin bir tanım.
Nedeni, denizde belli bir derinlikten sonra kana normalin üstünde azot karışması.
Derler ki, derinlik sarhoşluğuna giren bir kişi, yönünü kaybedebilir.
Aşırı cesaret kazanabilir.
Dikkatini toplayamaz.
Son dönemde siyasette bir "derinlik sarhoşluğu" yaşanıyor.
Hedefsiz, plansız siyasi çalışmalar göze çarpıyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’a yönelik sıkça gündeme gelen "tek adam" eleştirileri aslında Başkent’in yerel siyasetinde de hakim.
Bu tek adam psikolojisi, derinlik sarhoşluğuyla birleşince, yönünü şaşırmış, kimi zaman kendi ayağına ateş eden, bindiği dalı kesen siyasi hamlelere neden oluyor.
Üstelik anlaşılmaz, kestirilemez hamlelere.
Son haftalar bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Bu dönem 1989 yerel seçimlerini hatırlatıyor biraz. ANAP’ın beş yıllık güçlü bir tek parti iktidarının ardından yapılan ve iki yıl sonra erken genel seçime neden olan o meşhur seçimi.
Orada da belden aşağı savaşlar, kumpaslar, hedef şaşırtmalar, insanı hayrete düşürecek komplolar yaşanmıştı.
Teşbihte hata olmaz.
Herkes 20 yıl sonra tarihin başka aktörlerle tekerrür edebileceğini söylüyor kaç zamandır.
Siyasetteki derinlik sarhoşluğuna bakınca, insan bu tekerrürün, seçim maratonunda sürpriz olarak nitelenmemesi gerektiğini düşünüyor.