Paylaş
Öcal, Hıncal derler adına...
Bazen onu kaderiyle de "yaratma" çabası:
Devrim, Ülkü, Cihat...
Bazen de çaresizliğimizi armağan ederiz, daha 1 gün yaşamamış, hatta doğmamış çocuğa:
İmdat, Medet, Yeter...
"Bir oğlum olacak adı Temmuz, öfkede benden fırtına" der, şiirleniriz de bazen.
* * *
Çocuk bizimdir ya, ismi de "biz" olsun.
Cismimizde/ismimizde eksik olan o "ben"i bulalım, yaratımımızda.
Ya da öyle duyulmamış, orijinal, "bilinmez" bir isim takalım ki...
Duyduklarında, "Ne güzel, anlamı ne?" desinler.
Ve biz anlamını da aşan şeyler anlatalım, parçamıza taktığımız o isim hakkında.
Kendi hikayemizi anlatalım, boyuna...
* * *
Kendi sesimizi, teypten bile dinlediğimizde yadırgarız ya.
Koyduğumuz isimde bulmaya çalışalım kendi sesimizi.
Başkalarının sesinde, telaffuzlarında, tonlarında algılayalım.
Ve bir ömür boyu arayalım, bize ismimizi (kendimizi) sevdirecek seslenmeleri...
* * *
Başka şeylere de isim takarız sonra.
Hüviyetimizde bize yabancı/öteki gelen şeyleri "takmamak" için...
Bir apartmana, bir sokağa, bize "bizim özlediğimiz gibi" gibi bakan köpeğe.
Bizden daha özgür ve asi olduğunu gördükçe azalan tahammülümüz-artan hayranlığımızla bir tür aşk evliliği yaşadığımız kediye...
Şişman komşuya, zayıf komşuya, uzununa, kısa kalmış badi parmağa.
Oyuncak ayıya, üst kattaki "ayı"ya...
Hayatın, insanların, hatta "düşünce"nin bizim adlandırdığımız gibi olmasını isteriz.
Değilse, liboşa, takunyalıya, entele, bidon kafalıya, döneğe, beyaz Türk'e, kara Türk'e, Kürt'e, gavura...
Takarız.
Sevdiklerimize de, nefretlendiklerimize de...
Ki bizden, "ben"den bir şeyle tanımlayalım; o isim takabildikçe küçülen, "ev" olan, hakim olunan ve daralan dünyamızı.
Paylaş