Paylaş
Çevremizde anaforlar oluşmakta, Castaneda'nın Yaqui ruhları sanki buram buram dolanmakta ve o dalgın dalgın anaforlara bakıyor, gözleri buğulu. Bense üşüyor gibiyim, içim ürperiyor oysa onun gözleri beni hep ısıtırdı. Ama bu kez umutsuzluk var gibi, o gözlerde. Yoksa ben mi çok moralsizim, yoksa ben mi kendimi ona yansıtıyorum? Anlamak mümkün değil, Kabbala´nın onuncu katındaki bilinmezliğin içersinde kaybolmuş gibiyiz.
Sislerin arasında bir oluşup, bir kaybolan figürlere bakıyoruz beraberce.
Onların bir daha varolmamacasına yok olacakları umudunu düşlüyorum, umud kafamda somutlaşıyor, madde madde katmanlaşıyor, sissiz, dumansız, anaforsuz bir bozkır düşlüyorum. Daha önce olduğu gibi...
Bana gülümsüyor, düşüncelerini algılıyorum, o tanıdık düşünceler beynimin kıvrımlarının arasına yerleşmiş kardeşlerinin yanına yerleşiveriyorlar.
Sanki bir bilim kurgu öyküsü bu; Kubrick´in space-operası 2001´den kalan imajlar, onun düşünceleriyle uyum sağlıyor. Yeniden doğuşa gitmenin gerekliliğinin kaçınılmazlığını algılıyorum. Korkumu ona anlatıyorum, diyorum ki evrim muhakkak gerçekleşir, evrimin geleceğe yönelik her adımı bir watt daha aydınlatır ama evrimin zamanı yoktur diyor ve çoğu zaman nesilleri aştığını anlatıyorum. Ben, aydınlığı, dumansızlığı göremezsem diye korktuğumu söylüyorum.
Yine gülümsüyor, bir sigara daha yakıyor. Onun sigarasının dumanı, çevremizdeki sislerin arasında mavimsi ışıltılar yayarak belirginleşiyor.
Diyor ki, beklemelisin ama beklemek atalet olmamalı, beklemek umarsızlık değildir, beklemek elzem olan aksiyonun ve düşünsel ivmenin bileşkesi olmalıdır diyor. Off, diyorum, çok karmaşık ve üstelik bu arada ya bana da zarar verilirse? Güneş ışıltılı başını sallıyor; Hayır, diyor; gereken herşey sende var diyor; muhtaç olduğum kudretin genlerimde varolduğunu anımsatıyor. Elini kaldırıp gösteriyor, gösterdiği yerde sisler dağılıyor, görüntüler netleşiyor; orada başları onun gibi ışıltılı gençler görüyorum.
Heyecanlı düşünceler ondan hızla bana akıyor; İşte, diyor; bak onlara...
Beklemekle zararlı çıkmayacaksın, onların evrimine katıl, katkıda bulun, katalizör ol, onlar gelecektir ve onlar sisleri dağıtacaklar diyor.
Bir umut şimşeği çakıyor içimde; sisli görüntülere dalıp gidiyorum; süper bir uygarlığı, mega teknolojileri, insanca hakları, adaleti, dürüstlüğü ve sevgiyi simgeleyen imajlar peşpeşe gelip geçiyorlar. Yine elini sallıyor; karanlık bulutumsu bir kitle dalgalanarak geliyor; içinde sarışın bir baş, badem bir bıyık, külahlar, sarıklar, bir kamyon, somon rengi koltuklar bulanık bulanık seçiliyorlar. İçim kararıyor ama o anda onun elini omuzumda hissediyorum. Bana güven diyor; onların varlığının, bir daha varolmamaları için gerekli olduklarını anlatıyor. Her gelişmiş ulusun bu yollardan geçtiğini vurguluyor, virüslerin aşı olarak nasıl kullanılabileceklerini anımsatıyor. Aslında diyor, onlar benimle de vardılar, onlara rağmen neler yaptık, unuttun mu, diyor. "Türk Milleti zekidir" diyor ve ayağa kalkıyor.
Neden kalktı diye, telaşlanıyorum. Tam o anda uzaklardan gelen bir marş sesi kulaklarımda yankılanıyor. Neden, diyorum; yine mi, başka yol yok mu, diyorum. Bu kez çok sıcak ve sevecen bir tebessümle bana bakıyor; bu kez farklı olduğunu nasıl anlamıyorsun, diyor. Şimdi artık sadece sesini duyabiliyorum, önümde bir kitap beliriyor; kapağı renksiz bir kitap; ilk sayfasını açıyorum, 16. Yüzyıl´dan başlıyor; ilk konunun adı Magna Carta.
Onun son sözlerini duyuyorum; "Bak, kaç yüzyılda buraya gelindi. Sen daha bir yüzyılı bitirmedin ki. Bekle ve asla umutsuzlanma; ben hep oradayım..."
Bozkır aydınlanıyor ve ışık Anıttepe´den geliyor...
Paylaş