Paylaş
Salı günü Haliç’teki kampusa gittim, şundan bundan ama ağırlıklı olarak siyasetten lafladık.
MÜSİAD gençlik kulübünün öğrenci biriminde neler konuşuluyor, kafalarını en çok ne kurcalıyor, seçime çeyrek kala oralarda son durum nedir, hava açık mı bulutlu mu, belki bilmek istersiniz dedim.
Çoğu muhafazakâr gençlerle aramızda geçen diyaloglardan birkaç örnek veriyorum.
* * *
Başörtülü bir arkadaş, kafası epey karışmış olmalı ki başkanlıkla padişahlık arasındaki farkı sordu. “Başkanlık sistemi için padişahlık diyorlar. Gerçekten de padişahlık mı gelir başkanlık gelirse” sorusunu ortaya bırakıp söyleyeceklerimi beklemeye başladı.
‘Ne münasebet, başkanlık hem de en demokratik bir sistemdir’ minvalinde bir cevap duymayı beklediğini tahmin edersiniz.
Aşağı yukarı duymayı umduğu şeyleri duydu da. Doğru kurgulandığında bugünkü sistemden iyi, çarpık yapılandırıldığında korkunç derecede kötü ve tehlikeli olabileceğine dair şeyler işte...
Fakat kafası durulmadı, bakışları hâlâ müteredditti. ‘Ya denetim’ diye tutturmasından bocalamaya devam ettiği seziliyordu.
* * *
Diğer akranları gibi sakal modasına uymuş bir başka arkadaş, faraziyelerle dolu uzun bir analizle girdi sorusuna. HDP’nin başkanlığa gerçekten de karşı olduğuna inanmadığını söyledi.
Öyle ya... Önderlik gibi bir makam icat ederek Öcalan’ın şahsında tek adam kültünü kurumsallaştıran onlar değil miydi? Serok ve Başkan Apo, onların sloganı değil mi?
Kendi teşkilatlanma esaslarına, örgütlenme ilkelerine ters düşen bir tavır takınıyorlardı.
Bu tipteki otoriter ve katı merkeziyetçi hareketlerin kodlarına en uygun, hatta tam da aradığı şeydi ona göre başkanlık.
O yüzden, kampanyalarını başkanlık karşıtlığı üzerine kurmalarına bir anlam veremiyordu. Erdoğan’a atıp tutmaları inandırıcı gelmiyordu Genç MÜSİAD’çıya.
Rol icabı, mahsustan başkanlığa itiraz ettikleri görüşündeydi.
“Başkanlığa değil de belki başkanın Erdoğan’ın olmasına karşı çıkıyorlardır” dedim.
Erdoğan’ın şahsına karşı dikilmenin siyaseten getirisi yüksek bir taktik olduğunu anlattım.
Bu sayede, normal şartlar altında HDP’nin kapısından geçmeyecek Tayyipfobik bir kitlenin, Erdoğan’ın hesabına taş koymak için bir seferliğine oy verebileceğini... HDP’nin de zaten bu tür emanet oylara talip olduğunu, başka türlü barajı aşamayacağını... Can simidi gördükleri için, mücadeleyi şahsileştirip Erdoğan nefretine kapılandıklarını... İlkesel değil pragmatik baktıklarını, AK Parti’ye değil kendi siyasi çıkarlarına odaklandıklarını izaha çalıştım.
İlgiyle dinledi ancak pek de ikna olmuş gibi görünmedi.
* * *
HDP barajı geçse mi, geçmese mi; başkanlık sistemi gelse mi, gelmese miydi?
Doğrusunun ne olduğundan emin değildi gençlerin çoğu... Kalpleri başka, akılları başka konuşuyor; biri diğerine söz geçiremeyince de arada kalıp kendi duygularıyla boğuşuyorlardı.
MHP’nin kendisine yarayacağı halde, sırf AK Parti’ye zarar vermemek için Milli İttifak partilerine katılmadığını...
HDP’nin danışıklı bir dövüş içinde olduğunu...
Herkesin gizliden gizliye aslında AK Parti’ye çalıştığını düşünenleri vardı.
Başbakan Davutoğlu’yla Abdullah Gül’ün aksine, en azından bu konularda berrak değildi zihinleri, bulanacağı kadar bulanmıştı.
Kafalarındaki soru işaretlerini izale eden, şüphe ve tereddütlerini gideren tek argümanım, koalisyonlardan neden korkulması gerektiği sorusuna verdiğim cevap oldu.
“Koalisyonları en çok vesayetçiler sever” dedim. Çünkü iktidar ortaklarının arasına sızmak, üzerlerinde nüfuz kurmak, dışarıdan manipüle etmek, alttan üstten çekip çevirmek mümkündür. Kurtlar puslu havayı, vesayetçi aktörlerse koalisyon dönemlerini bundan severler...
Lafı bile yetti. Son koalisyonzede İtalyanlar değil de sanki onlar asıl kazığını yemiş gibi çıldır çıldır açıldı gençlerin gözleri. Yaşları bizim koalisyon felaketlerimizi hatırlamaya yetişmediği halde, ufuklarını kapatan sis bulutları dağıldı, şafak attı, zihinleri berraklaştı apansız.
Ola ki bilmek istersiniz diye yazdım, üstümde kalmasın.
Paylaş