Paylaş
Anlaşma çökerse mültecileri otobüslere doldurup AB’ye göndereceğimizi söylüyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Antalya’daki NATO zirvesinde AB yetkilileriyle görüşürken sarf etmişti benzer bir cümleyi. Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere doldurabileceğimizden söz etmişti.
Tutanaklar sızdı ve hayli sansasyona yol açtı.
“Erdoğan’dan AB’ye mülteci tehdidi”, “Kirli pazarlık”, “AB’ye şantaj” vesair şeklinde yansıdı.
O başlıkları eleştirmiş, Erdoğan’ı haklı bulmuştum. Belli ki Buran Kuzu’yla Bülent Turan da Erdoğan’dan esinleniyorlar, AB’ye karşı kullandığı dilden güç ve cesaret alarak bu lafları edebiliyorlar.
Ama onlara hak vermiyorum, iyi yaptıklarını düşünmüyorum. Dahası mesajlarını ayıplıyor ve kınıyorum da.
Erdoğan’a öyle, taklitlerine böyle davranınca herhangi bir çelişkiye düştüğümü de sanmıyorum. Neden mi tutarsızlık değil?
Çünkü Erdoğan’ın o cümleyi kurduğu şartlar bambaşkaydı. Konjonktürün bugünküyle uzak yakın alakası yoktu.
İki temel fark şöyle...
Birincisi; Erdoğan’ın ağzından kapalı bir görüşmede çıkmıştı. Karşısında AB Komisyonu Başkanı Juncker ile AB Konseyi Başkanı Tusk vardı. Onlara cevap mahiyetindeydi ve karşılıklı diyaloğun sürüklendiği bir sertleşme ortamında sarf edilmişti. Tutanakların basına sızması ise, Erdoğan’ın iradesi ve kontrolü dışındaydı.
Dolayısıyla gerek muhataplarını gerekse mültecileri kamuoyu önünde küçük düşürüp rencide etmek yahut burun sürtmek gibi bir kasıt sezilmiyordu.
Şova dönük değildi, çetin bir müzakerenin mahremiyeti içinde geçiyordu. Aynı ağır sözleri kamuoyu önünde söylemenin muhatap üzerindeki etkisi ve sonuçları bir tutulabilir mi hiç?
İkincisi; bir umutla manşete çekenlerin sandığı gibi tutanaklar Erdoğan’ı şantajcı, tehditkâr, mültecilerin canı üstünden kaba ve utanç verici bir pazarlık içinde filan göstermiyordu.
Aksine kapalı kapılar ardında ülkesinin menfaatleri için kıran kırana mücadele eden biri olarak yansıtıyordu.
Kimse çata çat müzakere ediyor, AB’yi fena köşeye sıkıştırıyor diye Erdoğan’ı ayıplayacak değildi.
Çünkü AB, ahlaken düşebileceği en kötü pozisyonda yakalanmıştı.
Ege ve Akdeniz mülteci mezarlığına dönmüş, Aylan bebeklerin cansız bedenleri kıyılara vuruyor, her gün korkunç trajediler yaşanıyorken AB, kılını bile kıpırdatmıyordu.
Erdoğan, 2 buçuk milyon mülteciyi barındırma yükünü tek başına üstlenen bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak konuşuyordu. Sesi toktu, eli üstündü.
Karşısında ise elini cebine sokmamak, kapısına dayanmış mültecilerin ölümünü seyretme pahasına sorumluluk almamak için bin dereden su getiren bir AB oturuyordu. Moral üstünlüğü tümüyle Türkiye’ye kaybetmişlerdi.
Bu da AB başkomiserlerini kafadan o diyaloğun kötü adamı yapmaya yetiyordu.
Üçüncüsü; o zaman ortada henüz bir anlaşma yoktu, olup olmayacağı da çok kuşkuluydu. Sonra Başbakan Davutoğlu’nun ‘oyun değiştirici’ formülü devreye girdi. Brüksel’deki Türkiye-AB zirvesinde bir anlaşmaya varıldı.
Şimdi kalkıp ‘O anlaşma yürürlüğe girmezse bak gör sen’ diye parmak sallayan cümleler kurmak aynı şey mi? Mültecileri otobüslere doldurup Avrupa’nın üstüne salacağımızı söylemek, o gün şantaj değilken bugün öyle anlaşılmaz mı dersiniz?
AB’nin anlaşmaya yanaşmadığı günlerde kulağa kötü gelmeyebilir. Ama anlaşmayı oldurmaya çalıştığı bugün hem de nasıl kulak tırmalıyor. Oyun değiştiricilik gibi yapıcı bir yaklaşımdan oyun bozanlığa savrulma riski getirmesi...
Ankara mülteci kartını çekiyor, insan kaçakçılığından yararlanıyor izlenimini yok yere uyandırması da cabası.
Sonuncusu; aba altından mülteci sopası göstermek, ahlaki üstünlüğü kaybettirebilir. Allah korusun, ileride yaşanacak Aylan bebek facialarında haksız yere zan altına sokabilir Türkiye’yi.
Ayrıca taklit, başlı başına kötü bir şey değil mi?
Erdoğan’ın ağzına o günün şartlarında giden şey, bugün taklitlerinin ağzında iyi durmuyor işte.
Paylaş