Paylaş
Paralel Yapı’yla mücadeleyi sulandırıp gözden düşürmeye dönük bir provokasyon olabilir; olmayabilir de.
Ne olursa olsun, haklı bir infial uyandırdı. En berrak ifadesini de Star gazetesinden Sibel Eraslan’ın dünkü yazısında buldu bu infial.
O fotoğraf karşısında hissettiklerini bir cümleyle şöyle tarif ediyor: “Benim beynim yanar, başörtüsüyle kelepçeyi yan yana gördüğüm anda...”
Sonra bir örnekle açıyor:
“Bu nasıl bir şey anlatayım mı? Bizim mahallede bir köpek var, yavrularını beyaz renkli bir araba çiğnedi, üç yıl oluyor. Ama o anne köpek, üç yıldır gördüğü her beyaz arabayla aklını yeniden yitirip o felaket gününe dönüyor, kendini o menhus arabanın altına atıyor her seferinde ama yavrularını bir türlü kurtaramıyor işte. Çok mu kötü oldu bu benzeştirme? Benim adımı o köpeğin yanına yazın...”
* * *
Kendi deyişiyle, hayatı başörtülü kadınların varoluş haklarını savunmakla geçmiş birinden soğukkanlılığını koruması beklenemez bu durumda.
Fakat yanlış bir sonuç da çıkarmayın. Sibel Hanım, başörtülülere ayrıcalıklı muamele istemiyor. Dün dezavantajken bugün başörtüsü kanun karşısında bir avantaja dönüşsün demiyor. Kesinlikle eşitlikçi.
Ayrıca o fotoğrafı bir ‘infial kumpası’, 28 Şubat günlerinin acı hatıralarını çağrıştıran iğrenç bir istismar olarak yorumluyor.
Esasen hassasiyetleriyle oynayanlara kızmak için yazıyor o yazıyı.
Buna rağmen o fotoğraf karşısında, ‘beyaz arabaya karşı anne köpekte gelişen hassasiyet’e eşdeğer güçte hisler yaşıyor.
Son zamanlarda ben de ara ara benzer kötü hislerle boğuşurken yakalıyorum kendimi. Adını koyamıyordum, Sibel Eraslan’ın benzetmesi, bende depreşen hissiyata da tercüman oldu.
* * *
‘Yasak kitap’ olgusuyla daha çocukken tanışmıştım. Çoğu kere bir muhbir gammazlardı, o da hasedinden çatlamakta olan ispiyoncu tıynetli bir komşu olurdu.
Said Nursi’nin kırmızı kaplı risaleleri fevkalade sakıncalıydı mesela. Aksi gibi, bizim evde de bütün külliyatı bulunmaz mı!
Mahalleye cemseler girdi mi ‘eyvah baskın var, arama yapacaklar’ diye tutuşurdu evdekiler.
Bizimkilerin saklayacak silahı, mermisi hiçbir zaman olmadı. Ama yakalanma korkusuyla bir dönem toprağa cilt cilt ‘kaçak’ kitap gömdüklerini bilirim.
* * *
Gençliğimde de peşimi bırakmadı bu ‘sakıncalılık’ hali. Öğrenci evimizin ‘yasak neşriyat’ bulmak için basılması vakayı adiyedendi.
Kurban Bayramlarımızın neşesi de deri toplama korsanlıklarıydı. Türk Hava Kurumu’nun ‘yasal’ araçlarıyla kapışır, derimizi ne yapacağımıza karışan polisle köşe kapmaca oynardık.
‘Kaçak deri’ avcılarına av olurduk, kovalamacalarla geçerdi bayram günlerimiz. Bu yüzden kelepçeyle, karakolla, demir parmaklıklı nezaretle, mahkemeyle tanışanlarımız oldu.
* * *
28 Şubat günlerinde ise sakıncalı medyada, Kanal 7’deydim. Sırf askeri vesayetçiler yüzünden Washington temsilcisi bile oldum.
İşlerin nereye gideceği belli değildi. Üzerimizde ciddi baskı vardı, ağır bir korku rejimi hüküm sürüyordu. Her fenalığı yapabilirlerdi. Devrin muktedirlerinin ellerinden ve dillerinden emin değildik.
Güdümlerindeki yargı marifetiyle kanalımıza el koymaya, içeride sesimizi boğmaya filan kalkarlarsa... Bari dışarıda demokrasi ve özgürlük mücadelemize taraftar toplayabilelim diye büro açmaya yollanmıştım.
Neticede 28 Şubat bin yıl sürmedi, süremedi. Zaten Kanal 7’ye de el koymadılar. Ama o korkuyu tattık. Ne olduğunu bilirim.
* * *
Bugünlerde ‘kamyon dolusu kaçak gazete ele geçirildi’ haberleri, demek o sebeple beyaz arabanın o ‘anne köpek’ üzerinde uyandırdığı etkiyi uyandırıyor bende.
‘Korsan yayın aramak için matbaa basıldı’ denilince, hassasiyetime dokunması da ondanmış demek.
Bir savcı ‘taklit gazete bulunursa kâğıdından baskı makinesine matbaadaki her şeye el konmasını talep etti’ğinde, yine o hatıralar yüzünden tüylerim diken diken oluyormuş.
Ya da karakola çekilecek bir sanığa aşağılamak için kelepçe takıldığında, ayağa fırlamam sebepsiz değilmiş.
Sadece; geçmişte demokratik hak ve özgürlükler için çekilen acıları, ödenen bedelleri unutmadığını göstermedi. Beni karışık hislerime ad koyamamaktan da kurtardı Sibel Eraslan, sağ olsun.
Paylaş