Kıyametim var asabiyim ben

Muhteşem Yüzyıl tartışmasında çalınmadık kapı kalmasın diye üşenmedim, Türkiye Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu üyesi Vahit Uysal’ı arayıp; “Dizinin yayında olduğu son 2,5 yılda tarihi inceleme, araştırma, roman türü yayınların sayı ve satışında farkedilir bir artış oldu mu?” diye sordum.

Haberin Devamı

Dostum “İstatistik sağlayacak veri tabanı yok, ama kişisel bilgi ve gözlemime dayanarak, arzda da, talepte de çok ciddi artış olduğunu söyleyebilirim”  biçiminde yanıtladı sorumu. Diziler belgesel değildir elbet ve fakat Muhteşem Yüzyıl hiç değilse, gerçeğe olan merakı tetikleyerek bir diziden beklenenden çok daha fazlasını başarmış görünüyor. Boş yere seyredilmiyor demek.

Kavrulmaktaki kahvenin, içmeyeni bile baştan çıkaran rayihasının üstüne nefaset tanımam. Kahve İstanbul’a ilk olarak 1543 senesinde, Sultan Süleyman döneminde gemilerle getirilir. İlk kahvehane 1554’de Tahtakale’de açılır. 500 seneyi aşkındır meftunuyuz kahvenin de, kahvehanelerin de… Kahve Evropa’ya, Marsilya Limanı’na ulaştığında ise sene 1653’dür. Kıtada ilk kahvehane 1683'de Viyana'da açılmış. Dönemin Osmanlı elçisi Süleyman Ağa 1669’da Paris’lileri, ardından Viyana elçisi Mehmet Ağa, Viyana’lıları kahve tiryakisi ettikten çok sonra. Aynı  yıllarda İstanbul’da ellinin üstünde kahvehane var. Kısa sürede yazarından ressamına, müzisyeninden aktörüne, her türden sanatçının “yazıhanesi” haline gelmiş Paris, Viyana kahvehaneleri. Kimi kahvehane kuşlarını analım; Baudelaire, Apollinaire, Max Jacob, Aragon, Breton, Eulard, Picasso, Matisse, Sartre. Süleyman ve Mehmet Ağa’lar Evropalı dostlarına kahve ikram ederken, aynı anda kıtanın sanat tarihini derinden etkileyecek bir esin kaynağını paylaştıklarının bilincinde miydiler dersiniz?

Haberin Devamı

Az sayıda şanslı Adem’ler ve Havva’lar, 22 Aralık’ta sabah kahvelerini Şirince’de yudumlamak üzere rezervasyonlarını yaptırmışlar. Şirince’de gerinecek yer kalmadı diyorlar. Öngörüler gerçekleşirse, okumakta olduğunuz bu yazı, taze köşe yazarlığı serüvenimin son ürünü olacak. Haliyle hüzünlüyüm ve Şirince’ye kapanarak insan neslini sürdürmeye çalışacak turistlere bir çift lafım var. Şöyle ki; arkadaş madem oraya doluşacaksınız, 22’sinde uyandığınızda baktınız dünyanın sonu gelmiş, biz yokuz, ne yaparsanız yapın, artık kendiniz bilirsiniz! Yok eğer o Maya takviminde ya da onun yorumunda bir hata olmuş da, hayat hepimize devam ediyor ise; bak şimdiden uyarıyorum, sakın o Şirince’ye saçtığınız, plastik bardakları, tabakları, pet şişeleri, çeri çöpü temizleyip toplamadan oradan ayrılmayın. Yanınızda getirdiğiniz 4 ayaklı dostlarınızı, Şirince’linin vicdanına düğümleyip kaçmayın. Akıllı olun, bizi delirtmeyin! Kurtulduk diye sevinirken, Şirince’yi de kaybetmeyelim. Herkes kıyametini toplayıp götürsün evine dönerken.

Haberin Devamı

Bir lokal kıyamet de yarın TT Arena’da kopacak. Malum GS-FB maçı var. Bu hafta bizde, BJK ve GS Türkiye Kupası’nda favori oldukları maçları kaybederek kupaya veda ettiler. İngiltere’de de Arsenal, bir 4.lig takımına yenilerek kupa dışında kaldı. Küçük kalabalıklar sevindi, büyük kalabalıklar hayalkırıklına uğradı. Futbol, biraz da bu nedenle kitlelerin ilgisini kendinde tutabiliyor. Ben futbola olan düşkünlüğü, oynayan için karmaşık ve zorlu, izleyen için sade ve kolay anlaşılır bir oyun olmasına bağlayanlardanım. Futbol sürprize müsaittir, şaşırtır, beklenti yaratır ve akılcı görünmeyen beklentilerinizin bile hatırı sayılır sıklıkta gerçekleşebildiği bir oyundur. Güçlünün kazanma garantisi yoktur. Hayata fena halde benzerken, ondan ayrıldığı nokta da bu sanırım.  Aklı fikri olan yaratıcı sporsever bireyler, futbolun içinde diğer fanatiklere oranla  yoğunluk kazansalar, dünyanın en geniş katılımına sahip bu faaliyeti, bir tür sivil toplum örgütüne de dönüştürülebilir, kitlesel fayda üretilebilir diye düşünüyorum. Futbolun insanlığın ortak faydasının hizmetine sunulabileceğini düşlemek hafiflik ya da safdillik midir acaba?

Haberin Devamı

Bu hafta benim küçük zihnimde kıyamet; Orhan Pamuk’un başka bazı entelektüellerle birlikte yazıp imzaladığı, Esed’e Mektup ve bunun Türkiye’de yarattığı gerginlikle kopayazdı. Ancak benim için tartışmanın yakıcı yanı kimin haklı olduğu değil. Benim içimde kıyamet; sanatçıya sadece sanatını icra etmekle yetinmesi, iki satır yazarak bile olsa eyleme yeltenmesi halinde; fırça yemenin mukadder olduğunun bir kez daha uygulamalı olarak belletilmeye kalkışılması oldu. Yasalara uyduğu sürece bireyin yurttaşlık hakları mükteseptir. Sanatçı bir yurttaştır, donanımını sanatın hizmetine vakfetti diye yurttaşlık haklarından men edilemez. Her türden meslek erbabı gibi sanatçının da ‘bizden’ olanını kollayıp, muhalif bulduğumuzu susturmaya kalkıştığımız zaman, ona da kendimize de yaprak toplatmış olmuyor muyuz? Sözü olan söyleyecek, beğenen katılacak, beğenmeyen kızına almayacak. Bin yıllardır sanatçı boy sırasına girmeye zorlandı, girmedi, giremedi! Sanat dediğimiz; sözün yeni bir form kazanmış halidir. Susarken değil, konuşurken farkedilir, anlam ve değer kazanır.

Haberin Devamı

1979 yapımı Kıyamet (Apocalypse Now) filmini izlemiş miydiniz? Coppola’nın üretim sürecinde bir dizi küçük kıyamet atlatmış olan, tartışmalı bir filmidir. Ama bu başka bir yazının konusu.  Filmin kendisi birkaç kitabın yanı sıra, bir de belgesele konu olmuştur. Coppola’nın savaş karşıtı epik filminin büyük hediyesi, sanatının ikonlarından Marlon Brando. “Hastasıyız!” 

Daha diyeceklerim vardı da, yerim dar! Giderayak sıkıştırıyormuşum gibi olmasın ama; Sultan Süleyman’ın Osmanlı’ya katkısını, fetihleri ve devlet işlerindeki liyakatinden ibaret zannedenlere bir uyarım var; Süleyman’ın şairliğini de hizmetlerine sayınız. Çünkü malum; “Cihana hem adalet, hem de güzellik lazımdır.”

Haberin Devamı

Külünüz gül olsun… Kıyamete kadar!
 

Yazarın Tüm Yazıları