Paylaş
Babaannem Adviye Hanım, laf dinletemediği zamanlarda, “Hadi bilmiyorsunuz; lakin bilmediğinizi de bilmiyorsunuz” diyerek çıkışırdı biz torunlarına. Pamuk anne cep telefonu, kişisel bilgisayar ve interneti tanıyamadan göçüp gitti. Şimdi ulaşılır maliyetlerle edindiğimiz teknolojik kuşlar, bilgiyi evimize, cebimize kadar taşıyor. Artık küresel bir düzeneğin, ezoterik bir öngörüyle filtreden geçirerek ‘sadeleştirdiği’ bilgi atomları uçuşuyor fiber atmosferimizde. Bize kalan onu seçip işe yarar kılmak. Tatlı biri üşenmemiş oturup saymış; Shakespeare oyunlarında 29 bin 66 farklı kelime kullanmış. Bu bir bilgi. İyi de ne işime yarar derseniz; o artık sizin onunla ne yapacağınıza kalmış. Misal ben; Shakespeare’le bir konuda anlaşamadım diyelim; 29 bin 66 kelimeyle yazan bu arkadaşla polemiğe girmem en azından. Gördünüz mü, bilgiyi kendim için yararlı kıldım işte! Bilginin niteliğini, dayandığı akıl duvarının inceliği, kalınlığı da belirliyor demek! Kulaklarım çınladı. Babaannem beni anmış olabilir mi acaba?
GURME RACONUNA TERS KEYF HALİ
“Ne tür müzik dinlemekten hoşlanırsın?” sorusu karşısında hep tutulurum. İyi müzik-kötü müzik tartışması müziğin kendisi kadar eski. Farklı türde müzikleri birbiri peşisıra keyifle dinleyebilen birisiyim. Ruh halime göre bir melodinin peşine takılır, saatlerce bir türden diğerine savrulur ve nihayet arşivi indirmiş, rehabilite olmuş halde dünyaya dönerim. Kuşkusuz gurme raconuna ters bir keyf hali. Ama kim ne derse desin, iyi müzikle kötü müzik arasındaki farkın; Müslüm Baba ile Miles Davis’i, Neşet Ertaş’la Placido Domingo’yu, Münir Nurettin ile Penderecki’yi birbiri ardına dinlemekte keyifli bir taraf bulan insanın parçalanmış, çoklu kimliğinin kuytularında bir yerde saklı olduğuna inanıyorum. Sahi siz ne tür müzikten hoşlanırsınız?
Her kent için geçerli bir kast sistemi var. Bir o kentin bağrında yaşayanlar, bir de eteğinden yakalamış, tutunmaya çabalayanlar. Kenti kent yapan olgu; tarihi, kültürel ve ekonomik envanteri kadar, orada yaşayanların birlikte yaşama ülküsünden güç alan kolektif bir kent kültürü varetmiş olmalarıdır. İstanbul onbinlerin şu veya bu nedenle biraraya gelmesine ‘meydan verilmeyen’ zor bir kent. Mahalleli olmak küçümsenir oldu, kültürü kayboldu, dizileri kaldı yadigar. Boğazda bir balıkçıda doymak ve biraz da keyf etmek isterseniz hiç değilse; 80-100 lirayı gözden çıkaracaksınız. Ülkede her beş kişiden birinin bir şekilde kapağı attığı şehrin sıkı çoğunluğu için hayal değil mi? Göç ve benzeri sosyo ekonomik dönüşümler sonucunda, sınıflar arası gelir dengesizliği uçuruma dönüştü. Evet ama yine de, boğaz hala herkesin, hepimizin... Hâlâ Karaköy’de yarım ekmek uskumru+1 meşrubat+1haysiyetli çayı 10 liraya bulmak mümkün. Şiiri ve ironisi bitmeyen bir şehir İstanbul. Her şeye rağmen ona katılmaya gönlü olana, daima göz kırpan bir kent. Elbette onu yenmeye çalışmak yerine, biraz ona katılmak, karışmayı göze almak kaydıyla...
Şehre karışmak demişken; sektörün çalışanlarının itirazlarına rağmen kapatılan tarihi Emek ve Alkazar sinemalarına, bu hafta Sinepop sineması da eklendi. Borçlarını ödemekte zorluk çeken Beyoğlu Sineması sırada şimdi. Oysa tam da, yerli sinemanın yeniden seyircinin ilgisini kazanmayı başardığı bir süreç yaşıyoruz diyorduk. Yerli sinema seyircisinin, yabancı sinema seyircisini aştığı bir ülkede, özellikle de Türk filmleri gösteren sinemaların, teker teker sahneden çekilişini neye yormalı? AVM’lerde müşteri toplamak için açılmış tek tip salonlarda, Türk sinemasının ticari başarı vaadeden örnekleri dışında, neredeyse bütünüyle Hollywood yapımlarını, 30 dakikaya varan reklam bombardımanına maruz kalarak seyretmeye kuruluyoruz. Elbette yabancı sinemanın has örnekleri için bir serzenişim yok ama sosyal hayatın bütünüyle tektipleşmeye evrildiği bir dönemde, kolektif kent bilincinin gelişmesi, çeşitliliğin korunması için; yeni diye sunulan her şeye atlamamak gerektiğini düşünüyorum. Tutuculuğa düşmeden, bizim ve bizden olanın ‘muhafaza edilmesinden’ yanayım. Teknolojinin sinemaya sağladığı üretim ve sunum konforu hoş, ama kendi sinemamızı da o salonlarda izleyebilmek şartıyla elbette.
METEOR YAĞMURU
‘Sinema sinemada izlenir’cilerdenim, ama ‘evde sereserpe eskileri izliyorum’cular için de önerim var elbet. Bu hafta tutucu politikalara karşıtlığını filmlerine taşımakta pek cesur bir yönetmenin, Peter Greenaway’in ‘Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı’ adlı harikulade filmini hatırlatmak isterim. Greenaway bu filminde, Margaret Thatcher dönemi İngiltere’sini, doymak bilmez hırsız Spica’nın sahibi olduğu bir restoranın lüks salonu, kaotik mutfağı ve karanlık arka bahçesinden oluşan bir üçgene sıkıştırıp, evire çevire hırpalıyor. Olağanüstü bir metafor yağmuru. İzlerseniz, muhalif sinemanın, sistem eleştirisini slogan yüzlekliğine gönül indirmeden gerçekleştirdiği yapımlarının, ne denli etkili olabildiğine tanık olacaksınız, bir kez daha...
Külrengi mevsim geldi çattı! Enseyi karartmadan, iyi yanından yaşayalım, ayakları sıcak, başı serin tutalım. Sayılı gün çabuk geçer! İyilikler...
Paylaş