Paylaş
Kot pantolonluyduk...
Bir elimizde Ali Şeriati kitapları, öbür elimizde Cumhuriyet Gazetesi...
Enerjiktik... Mavracıydık... Kirli sakallıydık...
Kendimizi “Devlet dersinde öldürülmüş çocuklar” gibi görmeye yatkındık.
İçimizden biri “Yaşamak mı zor / Çince mi?” diye iki dize attırırdı, gerisi gelirdi...
* * *
Derken bir akşam...
Karanlık bir öğrenci kahvesinde...
“İran İslam Devrimi” konulu bir münazaraya girişerek kendimizi kaybetmiştik ki...
Tartışmaya kulak misafiri olan yan masadaki “Marksist öğrenciler”, gıpta ettikleri her hallerinden belli olan bir vaziyette sandalyelerini masamıza yaklaştırarak
“Biz de tartışmaya katılabilir miyiz?” dediler...
“Tabii ki...” demiştik olanca kibarlığımızla...
Çok iyi hatırlıyorum: Muhabbetimiz tavan yapmıştı...
Onlar da Ece Ayhan seviyordu, biz de...
Onlar da bunalımdaydı, biz de...
Onlar da Malatyalıydı, biz de...
Onlar da Dustin Hoffman hayranıydı, biz de...
Onlar da faşizmden bunalmıştı, biz de...
Ne çok ortak noktamız vardı Allah’ım...
* * *
Ertesi sabah...
Kadim dostum şair Adem Turan’la bir belediye otobüsüne bindik...
Elimizde “İslamcı gençliğin el kitapları” türünden kitaplar vardı...
Otobüsün arkasına doğru ilerledik.
En arkada kızlı erkekli öğrenci grubunun önünde durduk...
Kaşlar çatıktı... Öfke elektriği alıyorduk.
“Uğur Mumcu öldürülmüş. Arabasına konan bombayı patlatmışlar...” diyordu içlerinden biri...
Öbürü “Yobazların işidir” diyordu...
Bir diğeri gözlerini bizim üzerimize dikerek, “Gerici katiller” diye haykırıyordu...
“Mollalar Tahran’a” diyen de çıktı...
“Potansiyel katil” muamelesine maruz kalmanın derin utancı ile ilk durakta otobüsten zor attık kendimizi Adem’le...
* * *
“Uğur Mumcu’yu kim hangi amaçla öldürdü?” sorusunun yanıtı hâlâ verilebilmiş değil...
Ben de veremem bu yanıtı...
Ama bildiğim bir şey var:
O uğursuz pazar gününden sonra...
Bir daha asla, bir öğrenci kahvesinde solcu öğrenciler ile İslamcı öğrenciler, masalarını birleştirip “Ne de çok ortak noktamız varmış yahu...” türünden saptamalar yapamadılar...
Eğer Ankara’da patlatılan bombanın böyle bir hedefi var idiyse...
O hedef gerçekleşmişti...
Fırın ağzı kardeşliği
“FIRIN ağzı”, Kayseri’ye özgü bir yemektir...
Ve ben bu yemeği, ilk kez 1998’de o dönem bana “Kayserili bir işadamı” olarak tanıtılan Rifat Hisarcıklıoğlu’nun Ankara’daki ofisinde tanımıştım...
28 Şubat fırtınasının estiği günlerdi...
Hisarcıklıoğlu, Ankara’daki ofisinde “Fırın Ağzı Buluşmaları” adını verebileceğimiz türden gayri resmi buluşmalara ev sahipliği yapıyordu...
Konuklar, o dönem itilip kakılan Milli Görüş’ün içinden ve dışından isimler...
Rifat Bey’in “Abdullah Abi” diye hitap ettiği Abdullah Gül... Kayserili Salih Kapusuz... Fehmi Koru... Atilla Koç... Zahid Akman... Ve benzer isimler...
Sonra olaylar hızla gelişti: Rifat Hisarcıklıoğlu, bileğinin hakkıyla TOBB Başkanı oldu... İtilip kakılan politikacılar, iktidara geldi... Rifat Bey’in “Abdullah Abi” diye hitap ettiği Gül, cumhurbaşkanı oldu...
* * *
“Balyoz Planı” çerçevesinde Rifat Hisarcıklıoğlu’nun adının “Darbecilerin Başbakan Adayı” diye kirletildiğini görünce...
Benim aklıma “Fırın Ağzı Buluşmaları” geldi...
Ve şöyle dedim: Neden “Fırın Ağzı kardeşleri”nden biri çıkıp da “Rifat demokrat bir insandır... Biz onu yıllardır tanırız... Zor günlerimizde yanımızdaydı” türünden bir tanıklık yapmazlar?
Mutlak iktidar bu kadar mı bozar?
Paylaş