EN keskin bir şekilde ifade edebileceğim gerçek şudur:
Türkiye’de tarikat ve cemaatler sanılanın aksine can çekişmektedir.
Gelin, örneklere bakalım.
Mesela...
Bir zamanların en "beyaz", en "itibarlı", en "entelektüel" tarikatı olan "İskenderpaşa Cemaati", dergahın başına 25 yaşında Ray-ban gözlüklü "Şeyh oğlu" delikanlının getirilmesiyle bitmiştir.
Yani...
Bir zamanlar mühendis mekteplerinde okuyan Anadolulu muhafazakár gençlerin "Görünmeyen Üniversite" diye kutsadıkları dergah, artık işlevini tamamen yitirmiştir.
Mesela...
Nurculuk da eski gücünü kaybetmiştir.
"Yazıcılar" grubundan "Okuyucular" grubuna bütün Nurcu akımları, can çekişmektedir.
Mesela...
Süleymancılık, bazı Anadolu kasabalarındaki birkaç yurt binasının işletilmesini saymazsak miadını doldurmuş bir harekettir.
Menzil cemaati, neredeyse folklorik bir cemaat haline dönüşmüştür.
Adıyaman’daki "tarikat köy"ün son zamanlardaki ziyaretçi sayısına bakılırsa, trajik son hakkında bir fikir edinilebilir.
* * *
Demek istediğim şudur:
Bugün "Şeyh Efendi"nin ya da "Cemaat Önderi"nin bir işaretiyle, oylarını işaret edilen partiye yağdıracak bir mürit kitlesi kalmamıştır...
İşin daha da tuhafı şudur:
Kalan az sayıda müridin oyu da çantada keklik değildir.
Nereden mi çıkarıyorum bunu?
Şuradan:
Süleymancılığın kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ın, her seçimde sağ partilerden aday gösterilen bir torunu var.
O torunun, cemaat üyelerine gönderdiği bir "telefon mesajı"nı gördüm.
Şöyle diyor "Süleyman Efendi’nin torunu" mesajında:
"Sizden ne malınızı istiyorum, ne canınızı... İstediğim bir kuru oy... Bunu da vermezseniz nasıl cemaat olacağız?"
Bilmem, ne demek istediğimi anlatabildim mi?
’Özlem’ değill ’Özlem Hanım’
BİR insana ilk ismiyle hitap etme hakkı, sadece o insanın yakınlarının ve dostlarının hakkıdır.
Eğer ortada yakınlık ve samimiyet yoksa...
O zaman karşılıklı rızanın olması gerekir.
Yani...
Hiç kimse yakından tanımadığı, samimi olmadığı bir insana "pat" diye ilk ismiyle hitap edemez.
Bunun dışındaki bir tutum, en hafifinden nezaketsizliğe girer.
Bu nedenle Okan Bayülgen’in NTV’de yaptığı siyaset programında AKP milletvekili adayı Özlem Türköne’ye "Özlem" demesi nezaketsiz bir davranıştır.
Hele Özlem Türköne’nin "Bana Özlem demeyin" uyarısı üzerine...
İşi şakaya vurup geçiştirmek yerine, "Ben Özlem derim, sen de bunu kabullenirsin" şeklinde özetlenebilecek yaklaşımını, 45 dakika boyunca karşı tarafa kabul ettirme çabası, nezaketsizliği de aşıp şımarıklık ve küstahlığa girer.
Gel de yazma
"YAZMAYAYIM " diyorum, "Fazla yazdım" diyorum, "Düşmanlık gibi algılanacak" diyorum...
Yani kendimi tutuyorum.
Ama hayır! Olmuyor, olamıyor.
Bülent Arınç, sağ olsun, her ağzını açışında öyle bir malzeme veriyor ki, insanın kendini tutması imkansız hale geliyor.
Bakın, son olarak Alaşehir’de sözünü kesen bir çiftçiye ne demiş Arınç?
"Kimsenin huzurunu kaçırma. Seni kim yolladı buraya terbiyesiz! Ben Meclis Başkanıyım. Bir insan konuşurken lafı kesilmez. İzin iste vereyim. Ben Meclis’i de böyle yönetiyorum. Baykal söz ister veririm. Ben siyasete başladığımda kısa donla gezenler şimdi laf atıyor."
Bunlar da, şu kısa paragraftan benim çıkarabildiğim "irrite edici" hususlardır:
BİR: Kısa donla gezmek diye bir tabir var mı? Benim bildiğim ona kısa pantolonla gezmek denir. Ayrıca "don" kelimesini böyle olur olmaz yerde kullanmak en azından bir edep sorunudur diye düşünüyorum.
İKİ: "Baykal söz ister veririm" cümlesinden ne anlayacağız? "Söz ister, ben de lütfederim" şeklinde mi anlayacağız? Yoksa "Baykal bile söz kesmez sana ne oluyor" mu? Yoksa "Baykal bile benden söz ister, ben mühim bir adamım" mı? Hangisi?
ÜÇ: Bir insanın ikide bir bulunduğu makamı hatırlatması, biraz AKP’lilere özgü bir tutum mu acaba? "Ben Meclis Başkanıyım" ne demektir? Bülent Arınç’ın sözü kesilir de Meclis Başkanı’nın kesilemez mi?