RİVAYET edilir ki İsmet Paşa’nın "Milli Şef" olduğu dönemlerde Ankara şehrimizi Nevzat Tandoğan diye bir vali yönetirmiş.
Nevzat Tandoğan deyip geçmeyin!
Maraza çıkaran taksicileri, kavga eden delikanlıları, karısını döven adamları makam odasına çekip bir güzel sopalayan, kılıksızların ana caddelerde yürümelerine yasak getiren kudretli mi kudretli bir validen söz ediyoruz.
İşte bu Vali Bey’imiz, bir gün siyasal olaylara karışmış üç beş solcu delikanlıyı makamına çekip şu tarihi nutku söylemiş:
"Gençler... Siz bu işlere karışmayın! Eğer memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Siz işinize gücünüze bakın."
Adına kısaca "Tandoğan kompleksi" diyebileceğimiz bu yaklaşım tarzı, bu memlekette 40’lı yıllardan beri sık sık gündeme gelir.
* * *
Başbakan Erdoğan’ın geçen gün AKP’lilere yaptığı bir konuşmada söylediklerini duyunca benim aklıma da "Tandoğan kompleksi" geliverdi.
Şöyle demiş Başbakan Erdoğan:
"Asıl sosyal demokrat biziz. Sosyalist Enternasyonal’e girmemize ramak kaldı. Ama önce CHP’nin oradan çıkarılması lazım."
Bu cümlelerin tercümesi şudur:
"CHP solculuk yapamıyor. Ya da yapmak istemiyor. Merak etmeyin solcular! O zaman solculuğu da Tayyip Erdoğan yapar."
İşe bakın:
Kapitalizmi o yapıyor. Liberalizm onun tekelinde. Şeriatçılık zaten doğuştan omuzlarında. Dindarlıkta kimse onu geçemez. Demokrat Parti vurgusuyla "merkez sağ"ın üzerine oturmuş. Kürtler ondan yana. "Kurban olam ayına yıldızına" diyerek milliyetçilik işi de tamam.
Geriye ne kalıyor? Ne kalacak? Solculuk...
İşte şimdi de ona talip. "Memlekete solculuk gerekiyorsa onu da biz yaparız" demeye getiriyor.
* * *
Aslında bu doğal sonuçtur.
Liberallerin AKP’nin kuyruğuna takıldığı... Milliyetçilerin sadece Orta Anadolu’nun derinliklerinde tutunabildiği... Şeriatçıların "Bize yüzde 3 derler" noktasına kadar gerilediği... Merkez sağın bin türlü entrika içinde eridiği...
Ve CHP’nin de epey zamandır solculuğa veda ettiği bir ortamda...
Tabii ki tabiat boşluk kaldırmaz.
Tabii ki Tayyip Erdoğan, "Memlekete solculuk gerekiyorsa onu da biz yaparız" diye herkesle kafa bulur.
Ne diyelim?
Kafa bulan değil, bulduranlar utansın!
Kabadayı’nın karnesi
OYUNCULUK: Silahlara veda etmiş kabadayı rolündeki Şener Şen’den daha sıkı bir performans beklerdik. Fakat heyhat! Rasim Öztekin’in "Türk sinemasında eşcinsel kimliğinin canlandırılması" meselesine kattığı tek yenilik, "tam kıvırtmak" yerine "hafif kıvırtmak" olmuş. Genç oyuncu İsmail Hacıoğlu, yetenek sınavında jüri karşısındaki bir oyuncu adayı gibi acıklı bir çırpınış içinde. Bir başka genç oyuncu Aslı Tandoğan inandırıcılıktan 8 bin fersah uzak kalışıyla değerlendirme dışı. Kenan İmirzalıoğlu fiziğinin avantajını, "Bak Kenan! Sert yapacaksın, sert bakacaksın... Tamam mı?" şeklindeki öğütle birleştirmek suretiyle diğerlerinden sadece birkaç milim önde.
HİKÁYE Senaryo berbat! İnandırıcılık sorunu had safhada! "Sen ne diyorsun Ahmet Hakan? Filmin senaryosu Yavuz Turgul’a ait" dediğinizi işitir gibiyim. Ne yapalım? Değil Yavuz Turgul, Arthur Miller yazsa da berbat! Hadi hikáyedeki büyük sorunları bir tarafa bırakalım ve sadece filmde geçen şu diyaloğa bir göz atalım: "Çocuk: Sen benim babam mısın? Adam: Evet, babanım. Çocuk: Kim söyledi? Adam: Annen..." Lütfen söyler misiniz? Biz Yeşilçam’a neden gülmüştük?
PAZARLAMA Eğer "Denk gelme" değil de "Denk getirme" söz konusuysa... Kabadayı’nın yapımcılarını alkışlamak gerekir. Düşünsenize: Tatildeyiz ve hava sinemada film izlemeye acayip uygun. Ama o da ne? Gösterimde doğru dürüst tek bir film bile yok. Sinema salonlarına gidenlerin, "Bari Şener Şen’in filmine gidelim" tavrını koyma olasılığı hayli yüksek. Ben böyle zamanlamanın alnından öperim.
MESAJLAR "Araya bir eşcinsel karakter at, seyirci gülsün" şeklinde ucuz mu ucuz bir yaklaşım bu filmde de var. Ancak bu denli sakil bir ucuzluk, Kabadayı’yı oluşturan "sıkı ekip"e yakışmayacağından... Araya bir de "Eşcinsel ama dört adamı cebinden çıkaracak denli delikanlı bir eşcinsel" mesajı da sıkıştırılmış. Gerçi bu durumda da "siyaseten doğruculuk" açısından sorunlar var ama artık bu kadar kusur kadı kızında da olur!
GÜLÜNÇLÜKLER Yönetmenin bir "hüzün dalgası" ya da en fazla "acıklı bir tebessüm" yaratmak amacıyla çektiği sahnelerde, seyircinin kahkahalarla gülmesine ne demeli? Peki ya ölmek üzere olan bir adamın, "Elini dudaklarına götürüp öpücük atması"na ve daha da fenası "öpücüğü atar atmaz ölmesi"ne ne demeli? Hadi hepsini anladık... Peki o karton "büyük patron"a, o inandırıcılıktan uzak "derin devlet adamı"na falan ne diyeceğiz?