Paylaş
Hiçbir sözcüğü...
Muhafazakâr kesimin “provokasyon” sözcüğünü sevdiği kadar sevmemiştir.
Aczimendiler ortaya çıkar, muhafazakâr kesimden tek ses yükselir: Provokasyon!
Kalkancı / Fadime ortaya çıkar, yapılacak yorum bellidir: Provokasyon!
Sivas’ta katliam olur, gelsin sevilen sözcük: Provokasyon!
Anıtkabir’de meczubun teki maskaralık yapar, sözcük devreye girer: Provokasyon!
* * *
Muhafazakârların “provokasyon” sözcüğüne besledikleri şiddetli ve tutkulu aşk aynen devam ediyor.
Fakat yeni dönemde...
Sözcüğün kullanımında şöyle bir değişim oldu:
Eskiden “provokasyon” sözcüğü...
Baş sıkıştığında, “Biz yapmadık / başkası yaptı” denmek istendiğinde, sorumluluktan kaçmak için kullanılırdı.
Yeni dönemde ise “AK Parti iktidarını zora sokacak İslami taleplerle ortaya çıkıldığı” anda kullanılıyor.
* * *
Mesela...
Cüppeli Ahmet Hoca, kafasına göre bir toplantı mı düzenlemeye mi kalkışıyor?
Bakıyoruz Yeni Şafak Gazetesi’ne...
O aşık olunan sözcük manşette...
Mesela...
Bir grup dindar, ilkokullarda türbanın serbest olması için gösteri falan mı düzenlemeye kalkışıyor?
Bakıyoruz Star Gazetesi’ne...
O sevilen sözcük manşette...
* * *
İlkokullarda türbanın serbest bırakılmasını talep etmek “provokasyon” imiş.
Neden?
Çünkü “biricik” hükümetleri açısından, henüz buna sıra gelmemiştir.
Şimdilik “üniversitede türban serbestisi” ile yetinilmelidir.
Sırası geldiğinde, şartlar olgunlaştığında Tayyip Bey zaten o adımları atacaktır.
Eğer birileri çıkıp sırayı bozar, kafayı çıkarır, suyu bulandırırsa “provokatör” yani “kışkırtıcı” damgasını kafasına yer.
Yani demek istiyorlar ki:
“Memlekette ilkokulda türban gerekirse ya da türbanlı bir yargıç olması gerekiyorsa Tayyip Bey getirir, size ne oluyor?”
Hiç kusura bakılmasın ama bu yaklaşımın, muhafazakârların yıllarca dalga geçtikleri eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın meşhur çıkışından hiç farkı yoktur.
Ne demişti Nevzat Tandoğan solcu gençlere?
“Memlekete komünizm gerekiyorsa biz getiririz, size ne oluyor?”
* * *
Peki neden böyle yapıyorlar?
Neden “Bütün muhafazakârlar aynı konuda aynı düşünmek zorunda mı? Mesela bazı muhafazakarlar ilkokulda türban istiyor. Biz istemiyoruz... İstememizin nedeni şudur” demiyorlar?
Çünkü...
Bu konudaki görüşlerinin muğlak kalmasını istiyorlar... Şimdilik maslahatı idare etmek istiyorlar... Bu konuda açık konuşmak işlerine gelmiyor... Amacı ve maksadı belli etmek istemiyorlar.
“Provokasyon” sözcüğüne sığınmaları bundandır.
Ama benim asıl takıldığım nokta şu:
Hem böyle yapıp, hem de “Bizden niye kuşkulanıyorsunuz? Ne kadar da önyargılısınız?” falan diye ağlaşmaları yok mu, işte buna ifrit oluyorum.
Fredo’ya dair
“BABA” filminde Corleone Ailesi’nin ezik, sarsak, özgüvensiz, embesil, yüreksiz ortancası Fredo’yu canlandıran oyuncu John Cazale, ünlü oyuncu Meryl Streep’in sevgilisiymiş.
1978’de 41 yaşında kanserden ölmüş.
Meryl Streep, unutamadığı sevgilisi için ölümünden 30 yıl sonra bir belgesel yapmış.
Geçen akşam işte o belgeseli seyrettim...
Al Pacino’lar, Robert De Niro’lar falan adamın oyunculuğunu göklere çıkarıyorlar, genç yaşta öteki dünyaya göçmüş olmasına kahır mektupları döşeniyorlardı.
Ama belgeseli izlerken beni en fazla John Cazale’nin, hayatı çok yavaş yaşaması etkiledi.
8 saat sofradan kalkmazmış, bir radyo tamiri için 12 saat harcarmış, bir meseleyi iki saatte anlatırmış...
Öyle yavaş bir herifmiş ki, herkese illallah ettirirmiş.
“Hızlı yaşa / genç öl / cesedin yakışıklı olsun” diye bir laf vardır ya...
“Bizimki” olayı tersine çevirmiş:
Yavaş yaşamış, genç ölmüş...
Cesedinin yakışıklı olup olmamasına gelince...
Şu kadarını söyleyeyim: “Rahmetli”, sağlığında da pek “yakışıklı” bulunmazmış.
En başarılı dört bakan
GEÇEN gün Ankara’da “iş bilir” dostlarla muhabbet ediyorduk...
Ankara’da ne konuşulur? Tabii ki siyaset...
İş döndü dolaştı, “en başarılı bakanlar listesi” çıkarmaya geldi.
İsimleri zikredilen bakanlar şunlardı:
AHMET DAVUTOĞLU: Türkiye’nin dış dünyada kazandığı itibar gerekçe gösterilerek adı geçti... Fakat bazıları itibarın bütünüyle Başbakan Erdoğan sayesinde kazanıldığını öne sürerek itiraz ettiler.
RECEP AKDAĞ: Bir arkadaş “Burjuva doktorlara karşı yoksul halkın yanında saf tutmuş bir isim” diye övdü... Hemen “Keşke biraz da sempatik olabilse” itirazı yükseldi.
BİNALİ YILDIRIM: Hızlı tren alanındaki büyük atılımdan tutun da hava ulaşımının ucuzlamasına kadar varan bir çok alanda övgüye mazhar bulundu. Başarısı teslim edildi... Dikkat ettim: Kimse itiraz etmedi.
SADULLAH ERGİN: Bir arkadaş “Sadullah Ergin’e dikkat” dedi... İlişki kurma biçimini, iş bitiriciliğini, yaklaşımını övdü... Hemen itirazlar yükseldi: “Ama bütün tartışmalı işlerin arkasında da o var”... Bu kez öven arkadaş, “O işlerin arkasında başkası olsa tartışma daha da ayyuka çıkardı” dedi.
Fütüristlerin öngörüleri
JAPON fütüristleri gelecek tahminlerini açıklamışlar:
Kimi “2030’da ayda rezidans yapılacak” diyor.
Kimi “2020’de katlanabilir elektronik gazeteler çıkacak” diyor.
Kimi “2025’te elektrikli arabalar 300 basacak” diyor.
Kimi “2016’da kansere çare bulunacak” diyor.
* * *
Bunları okuyunca “Türk fütüristinin işi ne kolay” dedim.
Şöyle ki:
“Yıl: 2030... Türkiye türbanı tartışmaya devam edecek” yaz ve işi bitir.
Günlerin tortusu
Ayakkabıcıdaydım geçen gün... Ve birden “İyi bir ayakkabının özellikleri” başlığı altında tek bir madde bile yazamayacağımı fark ettim. Tabii ki dehşete kapıldım.
Mehmet Barlas sonunda baklayı ağzından çıkardı: Zaman Gazetesi’nde Nuriye Akman’a verdiği röportajda “Ben 12 Eylül’de Kenan Evren’le kurduğum samimiyet sayesinde bir çok kişiyi beladan kurtardım” diyor. Böylece “Schindler’in Listesi”nden mülhem “Schindler Mehmet” nitelemesine de haklılık kazandırmış oldu.
En sevdiğiniz film sorusuna “Hayat Güzeldir”, en sevdiğiniz kitap sorusuna ise “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” diye cevap verenlerden uzak durmak gerekir diye düşünüyorum. Nedenini bilmiyorum. Sadece içimden böyle geliyor.
Ortalıkta Hürriyet için “eski genel yayın yönetmenleri cemiyeti” ya da “Her genel yayın yönetmeni bir gün Hürriyet’i tadacaktır” türü espriler dolaşıyor... Bilinsin istedim.
Henüz çekimlerine bile başlanmamış bir film medyada sürekli gazlanıyorsa bunun iki nedeni vardır: Ya filmi yapanlar yapacakları filme yeterince güvenmemektedir ya da medyada ahbapları çoktur.
İslami kesimde yapılan düğünlerde nikah şahitlerinden biri genç çifte mutlaka “mücahit çocuklar” yetiştirmesi öğüdünde bulunurdu... Şimdi de bulunuluyor mu bilmiyorum. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Ankara’da bir nikahta genç çifte “Atatürkçü çocuklar yetiştirin” öğüdünü duyunca aklıma geldi de...
Nerede hani
HANİ 12 Eylül’le hesaplaşacaktık? Hani 30 yıl sonra bile olsa işkencecilerin yakasına yapışacaktık? Hani Kenan Evren’i yaptıklarına pişman edecektik? Hani ilk kez bir darbeden hesap soracaktık?
Kaç gün geçti aradan ama tık yok!
Hadi Neco’nun eski şarkısındaki gibi soralım:
Nerede hani?
Paylaş