Bir sınıf arkadaşı, Tayyip Erdoğan’ın parlak ve şaşaalı "imam hatip günleri"ni anlatmış.
Sınıf arkadaşının verdiği bilgiye göre...
"Genç Tayyip", okulun en "popüler" öğrencilerindenmiş.
Durun!
Hemen aklınıza...
Okulun bütün kızlarını peşinden sürükleyen...
Girdiği her ortamı anında kaynatan...
Alemlere aktığında bir sürü haytayı peşinden sürükleyen...
Dans ve çay partilerinin "aranan adamı" falan gelmesin...
Çünkü burada kastedilen popülerliğin, sizin bildiğiniz popülerlikle uzaktan yakından bir alakası yok.
***
Bunun adına "imam hatip stili popülerlik" denir.
Kızlardan hayli uzak...
Haytalığa asla prim vermeyen...
Dans partilerine bulaşmamış bir popülerliktir bu.
Ortam kaynatmak falan yoktur işin içinde.
Büyümüş de küçülmüş çocukların yüz hatlarına oturmuş yabansı bir ciddiyet ile minicik omuzlara yüklenen ağır mı ağır misyonun verdiği tuhaf ve orantısız kaygıyı birleştirin!
İşte bu koordinatın, sınırlarını belirlediği bir popülerliktir söz konusu olan. Peki bu sınırlar içinde bir genç adamın popülerliğini neler belirler?
En iyisi Tayyip Erdoğan’ın sınıf arkadaşına kulak vermek.
"Sınıf arkadaşı" şöyle çiziyor çerçeveyi:
Güzel şiir okurdu.
Münazaralarda göz doldururdu.
Cuma hutbelerinde ortalığı kasıp kavururdu.
Başka? Başka bir şey yok.
***
Pardon! Pardon!
Başka bir şey daha var.
Onu da şöyle anlatıyor "sınıf arkadaşı":
"Okullar arası münazaralarda kimi zaman şiir de okuyan Tayyip Erdoğan, bir seferinde kızlı erkekli kalabalık öğrenci ve öğretmen karşısında şiir okurken heyecanlanıp bayıldı. O yıllarda hepimiz kızları karşımızda görünce utanıp sıkılırdık."
Burada sizce de bir tuhaflık, bir insanlık durumunu zorlama olayı yok mu?
Eğer bir mektep, "kızları karşısında görünce heyecandan bayılan bir genç" tipi yetiştiriyorsa...
Ortada "irtica", "laiklik", "üniversiteye girişte katsayı uygulaması" türünden siyasette inat konusu olmuş sorunların ötesinde daha esaslı bir sorun yok mudur?
"Yaşasın imam hatip" ile "Kahrolsun imam hatip" cephesi, inat ve anlayışsızlık üzerine oturttukları tartışmaları bir tarafa bırakıp biraz da bu insanlık sorununa bir el atsalar diyorum.
Hazır "örnek olay"ın kahramanı, ülkenin başbakanlığı görevini yürütürken...
Benim sinemalarım
DÜN "İki tür sinema salonu"ndan söz etmiştim:
Biri lüks alışveriş merkezlerindeki cici mi cici salonlar...
Diğeri ise patlamış mısır kokan izbe mi izbe salonlar...
Bazı okurlarım şu soruyu soruyorlar:
"Peki senin tercihin hangisi?"
Söyleyeyim: Benim tercihim ikincisidir. Bunun için dört sağlam gerekçem var:
BİR: İzbe sinemaların bekleme salonlarında Hıncal Uluç gibi isimlerle bir "yakın temas" ihtimali hayli düşüktür.
İKİ: İzbe sinemalarda "kendini göstermek" gibi bir kaygının izine bile rastlanmayacağından kasmanıza gerek yoktur.
ÜÇ: Ayrıca bu mekanlar için ihmal edilmiş ya da edilmemiş herhangi bir şıklık peşinde koşmak da abesle iştigal etmek anlamına gelir.
DÖRT: İzbe salonlardaki koku, adamı çocukluğunun "Cennet Sineması" günlerine götürüverir.
Tarikatçılar Vakit mi okur
"TAKVA" filminde görünen tek gazete Vakit Gazetesi.
Peki buradan yola çıkarak "Tarikatçı dediğin Vakit okur" diyebilir miyiz?
Hayır, diyemeyiz.
Çünkü Türkiye’de tarikatlar arasında bir "klas" farkı vardır.
Mesela... "İskenderpaşa Dergahı" mühendislerin ilgisini çekmiştir.Mesela... "İsmailağa Dergahı", yoksul ve eğitimsiz ama büyük şehre tutunmaya çalışanlara hitap eder. Mesela... "Menzil Dergahı", taşranın dini hayata uzak tiplerini kerametle etkiler.
Neyse... Uzatmaya gerek yok.
Söylemek istediğim şudur:
Her sınıfın tarikatı farklıdır.
"Takva"da anlatılan tarikat ise, özellikle alt sınıfları hedef alan bir tarikat...
Bu açıdan filmde görünen tek gazetenin Vakit olması çok doğru bir tercih. Eh, ne de olsa Vakit, çok uzun zamandır İslami kesimin "lümpen / proleter" kesimlerinin ruhunu okşayan bir yayın çizgisi izliyor.