Harleyci danışman

ADI bende saklı ‘sağlam bir kaynak’, bundan 8 ay önce kulağıma şunları fısıldamıştı:

‘Başbakan’ın danışmanlarından biri, bazı medya yöneticilerini arayıp ‘Duyduk ki filanca gazeteciyi gazetenizde ya da televizyonunuzda işe başlatıyormuşsunuz, Sayın Başbakanımız bundan hiç mi hiç memnun olmaz. Ama yine de siz bilirsiniz, ben uyarayım da’ diye mesajlar sarkıtıyor. Haberin olsun.’

Başkası söylese ‘Olmaz böyle şey’ der ve güler geçerdim.

Ama dediğim gibi ‘kaynak’ acayip sağlamdı.

Nasıl bir utanç duygusuyla doldum anlatamam...

Hani insan bazen her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmek ister ya...

İşte öyle bir şeydi hissettiğim.

Yani bir tür ‘Ulan gidip pazarda limon satacağım’ havası...

Öyle ya: Haksızlıklardan, iftiralardan, hapislerden filan geçerek iktidar olmuş bir anlayışın içinde yer bulan bir adam, zamanında Hüsamettin Özkan’ın bile yapmaktan imtina ettiği türden işlere tevessül ediyordu.

‘Hedefteki gazeteci’ açısından ise durum daha da karmaşıktı:

Sen tut 28 Şubat’lardan, Çevik Bir’lerden, andıçlardan, ağır ceza mahkemelerinden kendini kurtar, sonra ‘mazlum’un iktidarında bir büyük zulmün cenderesi altına gir...

Neyse...

‘Hay bin kunduz’ dedim, olayı fazla uzatmadım ve kurcalamadım ama o günden sonra genel olarak ‘danışman’ imajı, takdir edersiniz ki, nezdimde epey zede aldı.

***

Ve işte o imajın düzeldiği an...

Ayşe Arman’ın Başbakan’ın danışmanı Ömer Çelik’le yaptığı röportajı okuduğumda, bendeki ‘danışman’ imajının bütün olumsuzlukları bir anda silinip gitti.

Nasıl silinip gitmesin ki?

Karşımda benimle ‘aynı kültürel çevre’den gelen bir kafa dengim vardı.

Ve beni ancak bir benzerim teskin edebilirdi...

Benzerim dediysem lafın gelişi...

Haksızlık etmeyeyim, ‘aynı kültürel çevre’den geliyor olmamıza karşın, ‘danışman’ beni fersah fersah sollamış durumdaydı...

‘Adamı üç şey uçurur: Kadın, puro ve motosiklet’ diyordu ki, ben şu kadar ‘özenti’ halimle hayatta böyle bir cümle kurmadım, kuramam.

Kurmaya kalksam mutlaka gülerim, inandırıcılığımı yitiririm.

Ben henüz ‘Nişantaşı kafeleri’nde debelenip birkaç magazin şahsiyetiyle kendimce polemiklere filan girişerek ‘Ben aştım abi’ havaları basarken, bizimki ‘aşk’ hakkında, ‘kadınlar’ hakkında öyle hükümler veriyordu ki, gıpta etmedim desem yalan olur...

Benim gibi aileden dindar bir imam-hatiplinin dejenerasyon öyküsü, sadece ‘Ziya Şark’ı bıraktım, yaşasın Safran’la sınırlı kalırken, ‘danışman’ motosikletine atlamış ve uçup gitmişti...

Ne gıptası!

Kıskançlıktan tırnaklarımı kemirdim.

Ve şu yalın gerçeği kabul ettim:

Ömer Çelik’le yarışarak kendime bir çıkış yolu bulamam...

***

İnsanoğlu kıskançlık durumlarında genellikle, bulabildiği küçük kusurların üzerine giderek bir rahatlama imkánı arar...

Ve şimdi ben de öyle yapacağım...

Baştan sona kıskançlık krizleri içinde okuduğum röportajda bulabildiğim tek falsoyu dilime dolayacağım. Falso şudur: Ömer Çelik’in Harley Davidson kültürünü yeterince özümseyememesi...

Hemen söyleyeyim: Ben bu Harley Davidson kültürünü, büyük üstat Selahattin Duman’dan öğrenmiş bulunmaktayım.

Selahattin Duman, iki yıl önce yazdığı bir makalede bu konuyu enine boyuna irdelemiş ve makalesinin sonunda şu tartışılmaz hükmü vermiştir:

‘İyi bir Harley tutkunu sıradan motosiklet tutkunlarından fiziği ile ayırt edilir... İyice şişirilmiş bir bira göbeği ile Toros Canavarı’nın geninden geldiğini düşündüren saçın sakalın birbirine karıştığı bir surat şarttır... Bizim Harleycilerin çoğu sinekkaydı tıraş oluyor. Suratları cillop gibi. Okuldan kaçıp, kiralık motosikletle gezinen mektepli çocuklara benziyorlar... Bu olmaz! Bunu Harley-Davidson kültürünü özümsemiş insanlar da yemez... Bu işi yapacaksak adam gibi yapalım. Yapamayacaksak mobiletle gezelim...’

Evet, Selahattin Duman üstada sonuna kadar katılıyor ve Ömer Çelik’e kıskançlık hislerine gark olmuş halde şöyle sesleniyorum:

Bu işi yapacaksan hakkıyla yap, yapamayacaksan mobilete bin...
Yazarın Tüm Yazıları