"CAMİA"nın önemli adamlarını en azından ismen tanıyordum.
Ama nedense Kemal Abi ile bir türlü müşerref olamamıştım.
Bırakın müşerref olmayı, ismini bile duymamıştım.
Düşünün:
28 Şubat fırtınası geçmiş, Erbakan’dan uzaklaşma temrinleri başlamış, İslamcı kesimde hafiften bir "özgür birey" modası baş göstermiş...
Ve ben hálá "Kemal Abi kimdir" bilmiyorum.
Neyse...
Geç oldu ama güç olmadı.
Bir sonbahar günü "eski dostlar" şöyle dediler:
"Hadi Albaraka’ya gidiyoruz. Kemal Abi bizi bekliyor."
Hemen yabani tarafım devreye girdi ve bir parça mızıldandım.
"Bırak mızıldanmayı... Kemal Abi çok şeker bir adamdır. Mutlaka tanımalısın" dediler.
Çaresiz boyun eğdim.
"Ver elini Albaraka" dedik ve yola koyulduk.
* * *
Atak, hırslı, biriktirmeye önem veren, istihdam artırmaktan keyif, üretimden neşe çıkaran, biraz "Kalvinist", biraz "Protestan" ama ille de tuttuğunu koparan bir bankacıyla karşılaşacağımı zannediyordum.
Acayip yanılmışım!
Bankanın kıyıda kalmış odalarından birinde karşılaştığım adam, muhterem zatlara özgü sakalı ve 99’luk tespihiyle, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş "yeni yetme bir mürit" havasındaydı.
Dudaklarına kondurduğu ironik kıvrım aracılığıyla, altta alta "Mal da yalan mülk de yalan" mesajını veriyordu.
"Bir lokma bir hırka" felsefesinin yürüyen temsilcisi gibiydi.
Hani hacca gidip her şeye tövbe eden ve mütevazı odasının duvarına "Bugün Allah için ne yaptın" yazısını asan adamlar vardır ya...
Onlar gibi mütevekkildi.
Adeta erken dönem bir "Ferrari’sini satan bilge" havasındaydı.
O ziyaretten ayrılırken şöyle bir şey demiştim: "Vay be! İlk kez bir bankacı dervişle tanıştım."
* * *
O günden sonra bir daha Kemal Abi ile karşılaşmadım.
Ta ki "Maliye Bakanı" olup Türk siyasetinin fenomeni haline gelinceye kadar.
Yaşadığım şaşkınlığı herhalde tahmin edebilirsiniz:
Sakal gitmiş, tespih bırakılmıştı.
Dudaklarında yine ironik bir kıvrım vardı ama o "kıvrım" bu kez "Mal da yalan mülk de yalan" şeklinde dervişmeşrep bir boşvermişliğe işaret etmek yerine "Mal da gerçek, mülk de gerçek" şeklinde acayip dünyevi bir gerçekliğe işaret ediyordu.
Karşımızda üslup sorunu yaşayan bir "Müslüman Kalvinist" ya da biriktirmeyi şiar edinmiş bir "İslamcı Protestan" vardı.
Max Weber mezarından çıkıp "Bizimki"ni tanısa, inanın, bütün teorisini yeni baştan inşa ederdi.
Yeni yetme derviş heyecanı yaşayan adam gitmiş, fazla pratik, çok iş bilir, kimseyi takmayan bir iş bitirici gelmişti.
Önceleri şöyle dedim:
Herhalde yeni duruma adapte olmak için uhrevi yönünü biraz abartılı bir şekilde dünyevileştirdi. Olayı mutlaka bir dengeye oturtacaktır.
* * *
Ve fakat...
O denge bir türlü sağlanamadı.
Oğlunun geçim derdini kafaya taktı.
Kızının istikbal endişesini dert edindi.
"Ne yani? Ben bakan oldum diye bizim çocuklar aç mı kalacak?" diyerek "tevekkül" kavramının kafasını gözünü yardı.
İş yapan her adamın başına gelebilecek türden davalardan yırtmak için yasama çarkını çevirmeye çalıştı.
Ve iş en sonunda geldi "Dünyada mekán / Ahirette iman" meselesine kadar dayandı.
Üsküdar’da sit alanındaki villasını, bir hokus pokusla "kaçak" olmaktan kurtardı.
* * *
Ve bugün bana Aşık Mahzuni Şerif’ten esinlenerek "Ah ne olaydı" türküsünü söylemek düşüyor:
Ah Kemal Abi ah!
Keşke çocukların biraz aç kalsaydı...
Keşke istikbal endişesi seni bu denli sarmasaydı...
Keşke o davalardan aslanlar gibi yargılanmayı tercih etseydin...
Keşke Üsküdar’daki o villayı boşverseydin...
Yani...
"Siyasette bir yerlere gelmenin ve ülkeye hizmet etmenin derin hazzının bir bedeli vardır" diyerek kendini teskin etseydin...