"SEN kimsin ve ne yapmaya çalışıyorsun?" diyenlere verecek cevabım şudur:
Ben mahallesizlik keyfi yaşamaya çalışan kendi halinde bir adamım.
Ancak...
Ne benim "eski mahalle", ne de içine girmek için çırpındığım iddia edilen "yeni mahalle", mahallesizliğin nasıl da keyifli bir pozisyon olduğunu bilemediğinden, benim mutluluğumu anlayamıyor.
Anlayamadıkları için de yaptıkları yorum şu oluyor:
"Bu Ahmet Hakan denilen adam var ya... Bu adam eski mahallesini bıraktı... Yeni bir mahallede kabul görmek için var gücüyle uğraşıp duruyor. Ama gelin görün ki yeni mahalle onu içine almıyor. Köprüleri attığı için eski mahalleye dönüş şansı da kalmadı. Zavallıcık ortada kalıverdi!"
Oysa...
Ben işte tam da bu "Ortada kalıverdi" durumunun hastasıyım.
Gelmek istediğim yer işte tam da burası: Efendisiz, cemaatsiz, mahallesiz bir başına yaşama keyfi!
Çünkü mutluluk burada. Huzur burada. Sükunet burada. Özgürlük burada...
***
Düşünsenize:
Cemaatimden sadır olan rezilliklere, kepazeliklere, bayağılıklara, üslupsuzluklara karşı ne savunma yükümlülüğüm var, ne de sessiz kalma.
Apronda deve kurban edene, çayda çıra oynayana, cüppeli sahtekara göz yummak zorunda değilim.
Laiklik ve Atatürkçülük adına sokakta şarap partisi eylemi yapanlara karşı, "Bunlar bizden yahu" diyerek sessiz kalmak durumunda da değilim.
İcabında Tarık Akan ya da Ferhan Şensoy gibi sözde solcuların içine girdikleri darbe özlemiyle kafa bulurum.
İcabında Tayyip Erdoğan’a "Dinle Başbakan", emekli paşaya da "Dinle Paşa" diye yazabilirim.
Din ve dince kutsal sayılan değerlere açıktan saldıranları da karşıma alırım, kullandıkları paçozun paçozu bir dille dini değerleri aşağılayan Vakit ve benzerlerini de...
***
Uzaktan bakıldığında "korunaksız" görünen bu pozisyon, bir cemaatin içinde yer alarak kendi küçük sığınaklarını oluşturanların gözünü korkutabilir.
"Aman Tanrım! Kaç cephede savaş! Gelecek garantisi yok, cemaat koruması yok" falan türünden bir korku rüyası görmek de mümkündür.
Ama tecrübeyle sabittir ki: Ürkecek, korkacak bir şey yok!
Doğruya doğru, yanlışa yanlış demenin keyif ve mutluluğu, dünyanın en büyük güvencelerine değişilemez.
Hem her şeyini kaybedersen, gider bir kıyı kasabasına yerleşirsin olur biter be birader! "Efendisiz yaşadım" diye attığın hava da yanına kár kalır.
Beynelmilel’in karnesi
ATMOSFER: "80’lerin başında bezgin bir Güneydoğu kenti nasıl olurdu?" meselesine kafayı takanlara şahane bir yanıt sunuyor. DİLBER AY: Filmin bir numarası. Oynamıyor, yaşıyor! ÖZGÜ NAMAL: Liseyi bitirmiş üniversiteye hazırlanan "oralı" bir genç kızın, "feodalite" ile "bilinçlenme" arasında kalmış o tuhaf utangaçlığını ve mahcubiyetini mükemmel canlandırmış. MÜZİK: Coşkun bir ırmak gibi. Özellikle Dilber Ay’ın söylediği "Tavukları döndermişem / Hacıyı da çarşıya göndermişem" türküsünden bile bütün pespayeliğine rağmen derin bir haz alınıyor. POLİTİKA: 12 Eylül ile maytap geçme söz konusu ama bunu "mesaj kaygısı taşıyan sıkıcı bunalım filmleri"nin yaptığı gibi yapmıyor. Mizahla muhalefet yapıyor, hem de çok iyi yapıyor. CEZMİ BASKIN: Benim oyuncum değildir kendisi. Ama bu filmle aramızdaki "gerekçesiz negatif elektrik", bir anda pozitife çevrilmiştir. ÖYKÜNME: Biraz Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filmlerine mi öykünülmüş ne? Çünkü o filmlerdeki skeç havası bu filmde de var. AĞLATMA ÇABASI: Keşke filmin sonunda "Çok güldük, biraz da ağlayalım" havasını yaratma gereği duyulmasaydı. MERAL OKAY: "Adıyaman’a düşen İstanbul görmüş pavyon kadını" ancak bu kadar güzel yansıtılırdı. DETAYLAR: Orkestranın kör üyesi, albayın eşiyle yaptığı tango, dükkan camlarına yapıştırılan dönemin ruhunu yansıtan ilanlar, mahpushane kuşları için ilkel yöntemlerle hazırlanan hıçkırık efektli kasetler falan. Hepsi tam kararında! SAMİMİYET: Yönetmen samimi, oyuncular samimi, senaryo samimi. Ve bu "toplam samimiyet", adamı öyle bir etkiliyor ki, ufak tefek sorunlar görmezden geliniyor.