Paylaş
Şöyle:
“Size ne oluyor da ‘ey rabbimiz, bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, katından bize bir yardımcı ver’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna savaşa çıkmıyorsunuz?”
* * *
Suriye’de Baas rejiminin elinde iki ay esir kalan gazeteci Adem Özkese’nin Hürriyet’e verdiği bilgiye göre...
Afganistan dağlarından Çeçenya steplerine...
Bosna tünellerinden Suriye kentlerine...
Birbirinden farklı coğrafyalarda zalimlere karşı savaşan mücahitler, işte bu ayeti okuyarak motive oluyorlarmış.
Alıyorlarmış ellerine silahlarını, dere tepe aşarak koşuyorlarmış Müslüman kardeşlerinin yardımına... Zulüm bitince ülkelerine dönüp normal hayatlarına devam ediyorlarmış.
Ta ki yeni bir zulme kadar...
* * *
Ne güzel bir masal bu!
Düşünsenize:
Nerede zulüm varsa atlarına atlayıp zulüm ülkesine giden ve Allah rızası için mazlumlara yardım eden bir cihatçı grup var.
“Allahuekber” diye bağırsak yeridir. Ama bağıramıyoruz.
En azından ben bağıramıyorum.
* * *
Tabloya bir bakalım:
Ne zaman çıktı bu cihatçılık geleneği?
Afgan Cihadı’nda...
Yani ABD’nin Sovyetler’e karşı çizdiği direnme hattında...
Sonra Çeçenya...
İşte yine ABD’nin en azından yüz ekşittiği bir alan...
Sonra Bosna...
İşte yine ABD politikalarıyla örtüşme...
* * *
Yanlış anlaşılmasın!
Afgan direnişi de, Çeçenya direnişi de, Bosna direnişi de sonuna kadar haklı direnişlerdi.
Üçü de zalime karşı başkaldırış idi... Ama üç direnişin de Amerikan desteğini alması, üç direnişin de Batı politikalarının ilgi alanına giren coğrafyalarda
gerçekleşmesi, üç direnişin de en azından ABD’den “olur” alması gözden uzak tutulabilir mi?
Demek ki neymiş?
“Nisa 75”, her zulümde motive edici bir rol oynamıyormuş, bazı zulümlerde motive edici olabiliyormuş.
Öyle olmasa...
Sudan’dan gelen yardım çığlıklarına yanıt verecek mücahitler çıkmaz mıydı?
Bahreyn’e de uğrayacak birkaç mücahit olmaz mıydı?
Filistin’de cihatçılar üs kurmaz mıydı?
Arakan’a da cihatçı akını gerçekleşmez miydi?
Eğer “Nisa 75” etkili oluyorsa bu mücahitler üzerinde...
Neden başka zulüm coğrafyaları bir tarafa bırakılıp bütün cihatçılar Halep’te toplanıyor?
Var mı bu sorunun yanıtı?
* * *
At üstünde yalın kılıç gazalara çıkılan bir dünyada yaşamıyoruz.
Bir ülkeden başka bir ülkeye turist olarak gitmek için bile bin türlü kontrolden geçiyoruz.
Böyle bir dünyada bizim “cihatçılar”, cihat etmek istedikleri ülkelere nasıl oluyor da ellerini kollarını sallayarak girebiliyorlar?
Bu dünya en azından teknik olarak “temiz kalpli bir cihatçının eline silah alıp Müslüman kardeşlerine yardım için sınırları aşabileceği” bir dünya mıdır?
Bir yerden bir yere savaşçı geçişinin dünya düzeninin bin türlü dengesine bağlı olduğu bir dünyada, bu dengeleri bir tarafa bırakıp “Hepsi Nisa 75’in etkisiyle
gidiyor, hepsi çok mübarek insanlar” diyebilir miyiz?
* * *
Masallar güzeldir.
Cihat masalları daha da güzeldir. Ama bir de gerçekler var...
Onlar ne yazık ki masallar kadar güzel değildir.
Görgüsüzlükte bir doruk
YANDAKİ fotoğrafta “Günaydın” adlı et lokantasının vitrinini görüyorsunuz. Vitrinde etler var, etlerin üzerinde etleri ayıranların isimleri...
Arabalarıyla hava atanları gördük. Zenginliğiyle tafra satanları gördük. Fakat yediği etle hava atanları ilk defa görüyoruz. İnsanın mal varlığını sergilemesi görgüsüzlük ise, yediğini, içtiğini sergilemesi görgüsüzlükte bir doruktur.
Orada isimleri bulunan şan sahibi insanlara sesleniyorum:
Belki Günaydın adlı restoranın sahibi “kasap amca”, işi reklama dökmüş olabilir.
Tez elden ya etlerinizi ya da isimlerinizi o kasap vitrininden çekin. İstediğiniz yerden istediğiniz kadar dinlendirilmiş et tüketebilirsiniz.
Ancak bu ayıba dur demek durumundasınız.
Zalim espri
BİLİYORUM, biraz acımasız kaçacak ama yine de soracağım:
Meltem Cumbul’un evlendiği genç, sizde de “çakma Kıvanç Tatlıtuğ” izlenimi bırakmadı mı?
‘Allaaah, kralsın’ diyen çocuğun yanılgısı
GENÇLİK ve Spor Bakanı Suat Kılıç, yanındakilerle birlikte Marmaris’te bir pastane önünde oturuyormuş.
Adı Selahi olan 11 yaşındaki bir çocuk, kalabalığa yaklaşıp Bakan Kılıç’tan imza istemiş.
Bakan Kılıç imza verirken çocuk, “Sen neyin başkanısın” diye sormuş.
Çevresindekiler “Gençlik ve Spor Bakanı” yanıtını verince çocuğun tepkisi şöyle olmuş:
“Allaaah, kralsın!”
* * *
Çocuk durumu kavramış.
Ama eksik kavramış.
“Prenssin” demeliydi.
‘Amanruya’ Oteli’ne dair
BODRUM’da bir akşam yemeği için gittim yeni açılan “Amanruya” adlı şık, iddialı, kasıntı, pahalı ve havalı otele...
ediklerim içtiklerim benim olsun, ben gördüklerimi anlatayım:
-Havalı bir otel, tabii ki kendisini haykıran tabelalarla ifade etmez. Ancak “Amanruya Oteli”, bu haykırmama işini fazlasıyla abartmış. “Define adası aramaya çıkmış maceraperestler”e döndük oteli bulmak için...
-Fazla ışıktan ben de nefret ederim. Ancak “fazla ışıklandırma” ile “zifiri karanlık” arasında bir yer olmalı... “Amanruya Oteli”, işte bu kıvamı da yakalayamamış. Şu kadarını söyleyeyim: Otel arazisi içinde yön bulmak için gözünüzün karanlığa alışması gerekiyor.
-Sıradan tatil mekanları, hatta lüks oteller bile artık çok gürültülü, çok curcunalı... “Amanruya” nın bundan kurtulma çabası iyi... Fakat bu konuda da kıvam kaçmış. Sakinlik, dinginlik hissi ile “İn cin top oynuyor” hissi arasında bir yer yakalanabilirdi.
-Büyük emekler harcanmış, otel içindeki yollar milyonlarca küçük taşlarla örülmüş. Bu yollarda “lastik ayakkabı” giymeden yürümeye kalkışanların hiç şansı yok. Keşke bazı yerlerde küçük bir detay olarak kalsaydı bu taş yollar...
-Otelin restoranına gelince: Orası da karanlık... Oradaki loşluk arayışı da abartılmış. Masaya ancak personel yardımıyla gidilebiliyor. O derece yani... Yan masadaki yabancı konuklar, karanlıktan kurtulmak için “mönü okuma lambaları”ndan kendilerine masa aydınlatması yapmışlar, yemeklerini öyle yiyorlardı.
-Hakkını yemeyelim: Yemekler güzel, fiyatlar dengeli, servis personeli gayet profesyoneldi... Lokantada kulağı tırmalayan bir müzik taarruzu da yoktu. Bu güzel. Fakat çok hafif bir ortam müziği, en azından “ölüm sessizliği”ni bozabilirdi...
-Otelin umumi havuzu hakikaten şahane... Bir nehir hissi verilmiş, harika tasarlanmış. Çok beğendim çok.
-Otelin içinde çok gelişmiş bir kütüphane binası var. Fakat ne yazık ki kütüphane binası “Kastamonu evi” mimarisinde... Bodrum’da biraz tuhaf kaçmış yani...
Odalara gelince... Otelde kalmadık. Akşam karanlığında şöyle bir inceleme yaptık. Durum şu: Mahremiyet kaygısı hakkıyla gözetilmiş. Her odaya mahsus özel havuz var ve bu havuzların tasarımı da şahane. Ancak odalar dışa biraz fazla kapalı... Bu durum inceden bir klostrofobiye yol açıyor.
-Odalarda Bodrum tesislerinde sıkça rastladığımız bambu, yere yatırılmış testi ve hasır gibi artık bezdirici hale gelen malzemelerden kaçılmış. Bu da iyi... Fakat bunun alternatifi de koyu kahve ve aşırı ciddi mobilya değildi herhalde...
Paylaş