Yani 60’lı yılların sonu, 70’li yılların başında...
"İslamcılar" diye ayrı bir grup yoktu.
Onun yerine...
"Milliyetçi / Mukaddesatçılar" şemsiyesi vardı.
Bu şemsiyenin altındakilerin hepsi aynı duyarlılığa sahip değildi...
Bazıları dindarlıklarının altını biraz fazla çizerdi, bazıları ise milliyetçiliklerinin.
Yani
Bazıları "Tanrı Dağı" denilince biraz daha fazla heyecanlanırdı, bazıları ise "Hira Dağı" denilince.
Ancak "ortak yönler" bir hayli fazlaydı:
Komünizmle mücadele ortaktı...
Osmanlı geçmişiyle övünmek ortaktı...
Sağcılık ortaktı...
Mehter marşı dinleyerek havaya girmek ortaktı...
Názım Hikmet’e "Allah’sız şair" diye çemkirmek ortaktı...
Esir Türkler konusundaki duyarlılık ortaktı...
Moskof’a karşı iki tarafın da nefreti ortaktı...
* * *
Sonra bir şey oldu...
Bir ayrışma gerçekleşti.
"Milliyetçi / Mukaddesatçı" şemsiyenin altında yer alıp da "dindarlıklarının altını biraz fazla çizenler", daha evrensel, daha özgün, daha din odaklı bir hareket başlattılar.
Artık...
Osmanlı geçmişlerine gururla sahip çıkmıyorlardı.
"Biz sağcı değiliz kardeşim" diye rest çekiyorlardı.
Çağdaş kavramlar ve düzenlerin esiri olmak istemiyorlardı.
Milliciliğin yerine ümmetçiliği ikame ederek evrensele ulaşıyorlardı.
Komünistleri düşman olarak görmüyorlardı.
İran Devrimi ile kemale eren bu sürecin ardından...
"Milliyetçi / Mukaddesatçı" kesimden...
Aralarında derin ihtilaf noktaları bulunan, referansları farklı, dünyayı okuma biçimleri taban tabana zıt iki ana akım doğdu:
İslamcılar ile milliyetçiler.
Şu kadarını söyleyeyim de aradaki çelişkinin ne boyuta geldiği daha iyi anlaşılsın:
İslamcılar, kendilerini milliyetçilere uzak, komünistlere yakın hissediyorlardı.
Milliyetçiler de bu durumun fena halde farkında olduklarından, bu yeni akımı, "dışı yeşil, içi kızıl" karpuza benzetiyorlar ve "Bunlar yeşil komünist" diye laf geçiriyorlardı.
* * *
Dün öğle saatlerinde...
30 derece sıcaktan, 40 derece sıcağa doğru giderken...
Yani "Mardin’de kalan son Süryaniler, 22 Temmuz’da kime oy verecek?" şeklindeki tuhaf soruya yanıt bulmak amacıyla Mardin’e doğru süzülürken...
Abdullah Gül coşmuş ve içindeki bozkurtu diriltmişti.
Şöyle diyordu:
"Ben de milliyetçiyim. Türk Ocakları’nın kurucusuyum. Milliyetçiler Derneği’nin kurucusuyum. Milliyetçilik bayrağıyla Marksizm’e karşı mücadele verdik."
Gördünüz mü?
Sen tut, 1970’lerin sonundan ta bugünlere değin...
Bir kez olsun "milliyetçi geçmişi"ni anımsama.
Ancak...
İslamcılığın demode olduğu...
İslamcı geçmişin pek de prim yapmadığı...
Hatta solcuların bile milliyetçi takıldıkları bir ortamda...
Birden "Türk Ocakları’nın kurucusu" olduğunu, "Marksizm’e karşı verdiğin şanlı mücadeleyi" falan anımsa.
Ben işte Abdullah Gül’ün, gizlemeyi ustalıkla becerdiği, ancak bazen dikkatli gözlerden kaçırmayı başaramadığı bu hesapçılığından hazzetmiyorum.