Paylaş
Aynı gün...
Bir bölüm gazeteci de “tensikat” nedeniyle işinden oldu.
Bu arada...
Bir bölüm gazeteci ise “Acaba uçakla yurtdışına götürülme sırası bize ne zaman gelecek?” diye devranın dönmesini beklemekte.
Bir de benim gibiler var:
Demirel döneminde de, Sezer döneminde de, Gül döneminde de “lanetli” kapsamından bir türlü çıkamayan.
Şu kadarını söyleyeyim:
Ben meslek hayatım boyunca bir kere bile “Cumhuriyet Resepsiyonu”na davet edilmedim.
Dert değil, dert değil...
Sadece saptama yapıyorum.
* * *
Cepheleşme her dönemde bizim milli sporumuzdur ama bu spor dalı, hiçbir dönemde bu denli rekor üstüne rekor kırmadı.
Grisi olmayan bir yola düşmüş durumdayız.
Herkese olduğu gibi biz gazetecilere de iki yol gösteriliyor:
- Ya bizdensin ya da düşman.
- Ya itaat et ya da isyan et.
- Ya “jöleli” gibi kafayı çalıştırıp anında tornistan patlat ya da bütün yatırımı Kemal Abi’ye yapıp beklemeye geç.
- Ya öv ya da söv.
Azıcık ortadan gittin mi, azıcık herhangi bir tarafa yaslanmaktan imtina ettin mi, azıcık kafana göre takıldın mı, hemen patlatıyorlar ensene “Tarafını seç” şaplağını...
Bunu iktidar da yapıyor, muhalefet de.
İktidar yanlısı okur da yapıyor, iktidar karşıtı okur da...
* * *
İşte bakın:
Medyanın bir bölümü resmen iktidarın güdümünde...
Olaylar karşısında henüz iktidar bile ses vermemişken oradan ses geliyor.
Öyle sözcüler var ki o yayın organlarında, AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’i bile yaya bırakıyorlar.
Medyanın bir başka bölümü ise gayet mutedil gidiyor.
İncitmeme çabası var, aşırı dikkat var, öfke yaratacak haberler konusunda abartılı bir özen var.
Sayfalar şahane Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül fotoğraflarıyla dolu.
Ama bütün bunlar yine de iktidarı kesmiyor.
Yine de...
Hükümet cephesinde kimin kafası atıyorsa, kimin asabı bozuluyorsa, kimin damarına basılıyorsa...
Başlıyor medyaya yüklenmeye...
Bir aşağılama ki...
Sormayın gitsin.
* * *
Şu anda medya, Türk siyaset tarihinin en “dikensiz gül bahçesi” durumunda.
Ama Başbakan Erdoğan bir türlü tatmin olmuyor.
Çaktıkça çakıyor medyaya...
Mesela en son Ukrayna uçağında şöyle demiş:
“Türk medyasının çıkmazı, medyanın dili ile milletin dili uyumlu değil. Senin söylediğini halk anlıyorsa siler süpürürsün. Medyanın halkı etkilemesi yüzde 15 bandında”.
Hadi “Hangi millet?” sorusunu çok sorduk, onu geçelim.
* * *
Ama şunu sormadan geçemeyiz:
Madem medyanın etkisi yüzde 15...
Bu kadar polemiğe, bu kadar operasyona, bu kadar kıskaca alma gayretine, bu kadar çeki düzen verme arzusuna ve bu kadar yeni medya düzeni yaratma çabasına ne gerek var?
Neden her konuşmanın önemli bölümünde medya hedef alınıyor?
Neden köşe yazarı düzeyinde polemiklere girişiliyor?
Niye meslektaşlarımız iki uçağa doldurulup diyar diyar gezdiriliyor?
Madem medyanın etkisi yüzde 15...
Yüzde 85 sana yeter de artar bile... Bırak, milletin dilini konuşmayan medyacılar, kafalarına göre takılsınlar.
Hilmi Yavuz da ‘Seni gidi Nişantaşılı’ dedi
HİLMİ Yavuz’u severim.
Tatlı adamdır. Sohbeti “Bal Mahmut” kıvamındadır.
İyi taklit yapar. Esprileri muazzamdır. Ama hepimizde var olan “abartılı bir gündeme gelme arzusu” kusuru, maalesef onda da var.
Bunun için yapmadığını bırakmadı:
Mesela Orhan Pamuk’a taktı... Mesela İsmet Özel’e taktı... Mesela Zülfü Livaneli’ye taktı... Mesela Enis Batur’a taktı...
Bunların hiçbirinden “netice” alamadı.
En son Naipul’a bulaştı, hafiften netice de aldı: Şöhretinin 15 dakikasını yaşadı.
Görüyorum ki şimdi de kafayı bana takmış.
Sözde “Cihangir müdafaası” yapar gibi yapıp, bana saydırmış da saydırmış. Fakat “büyük şair”, çaptan mı düşmüş ne?
Çünkü o da benimle polemiğe kalkışan magazin figürlerinin ilk aklına gelen şeyleri söylemiş:
“Eskiden şöyleydi, şimdi böyle... Çakma Nişantaşılı... İslamcı züppe...”
“Eski” dostum Hilmi Yavuz, gradosu bu kadar düşük bir performansı kendisine yakıştırmış ama ben yakıştıramadım.
Ama şunu da söyleyeyim:
Biraz daha gayret ve itina gösterirse, buradan epey ekmek yer.
Bir türkü bar gecesi
- Tarafsız Bölge’de “Balyoz Darbe Planı” üzerine tam iki saat 25 dakika konuşulmuş. Dermanım yok. Kafamda hiç bilmediğim general isimleri dolaşıyor... Biraz dağıtmam lazım... Ama mecalsizim... Sonunda verdim kararı: “Ver elini Toprak Türkü Bar” diyerek kendimi Beyoğlu’na atıverdim. Dikkat: Saat 24.00’e geliyor.
- Usta sanatçı Yavuz Bingöl, “Kafa dengi birkaç arkadaş bir arada olacağız” diye davet etmişti. Bir asosyal olarak buna güvendim ve özgüven içinde daldım içeri...
- Fakat o da ne? Ne birkaç arkadaşı! Mekân toptan kapatılmış. İçeride futbolcusundan dizi oyuncusuna, müzisyeninden gazetecisine bin türlü şöhret var... Yalçın Bayer var, Yavuz Oğhan var, Zeynel Lüle var, Ahmet Sever var, Nilgün Belgün var, Kerem Alışık var, Levent İnanır var, Nehir Erdoğan var, Kubat var, beni görünce kaçsa da Şahan Gökbakar var... Kafamı nereye çevirsem “Bir yerlerden gözüm ısırıyor” durumu... Ve işe bakın: Bir tane bile magazin kamerası yok ortada.
- Sahnedeki isim, tiyatro ve dizi oyuncusu Deniz Oral... Türküler söylüyor... Çok da güzel söylüyor. Salona hâkim... Herkes ısınmış.
- Bu kadar şöhrete, bu kadar şişkin egoya, bu kadar “sanatçı duruşu”na karşın kasma kasılma adına yaprak bile kıpırdamıyor. Herkes rahat, herkes mütevazı, herkes hakiki... Yapmacıklık yok, rol yok... Ne güzel diyorum.
- Daha güzeli tabii ki Cengiz Özkan... Efendiliğiyle, sesinin ve yorumunun etkileyiciliğiyle hepimizi mest ediyor. Bir iyilik duygusu doluyor masalara... Cengiz Özkan, benim için bir “Yozgat Sürmelisi” söyledi ki, bu kadarını ancak Nida Tüfekçi söyleyebilirdi.
- Ve tabii Yavuz Bingöl... Ondan da türküler dinledik... Ve onun birbirinden bu kadar farklı ismi bir araya getirebilme başarısını borçlu olduğu sağlam kişiliğine bol bol gönderme yapmayı da ihmal etmedik.
- Kubat’a da kulak vermeyi çok istemiştim. Ama mecalsizlik ve dermansızlıktan nasip olmadı. İnşallah başka bir sefere...
Paylaş