70’lerin başıydı. Bir otobüs dolusu mümin, dindar muhitlerde fırtına gibi esen "Abdullah Kars ve Arkadaşları Kumpanyası"nın "Mağara Arkadaşları" adlı oyununu izlemeye gidiyordu.
Otobüstekiler birden bir marşa başlamasın mı?
Çocuklara özgü o korkunç tecessüsle kulak kabarttım ve hayatımın ilk marşını o otobüste dinledim.
Marşın adı "Peygamberin İzindeyiz" idi.
Bazı dizeleri hálá hatırımdadır: "Biz Kuran’ın hadimleri / Pür imanlı ve zindeyiz / Bu yoldan dönmeyiz asla / Peygamberin izindeyiz."
Dikkat: "İzindeyiz" kısmına "kesin inançlı" özel bir vurgu lütfen!
Birkaç yıl sonra...
"Küçük çocuk", bu kez daha politik bir marşla tanışıverdi: "Hak yol İslam yazacağız."
Bu marşta ise "Moskova’nın göbeği"nden tutun da "kuşların gözbebeği"ne kadar birçok yere "Hak yol İslam" yazma arzusu vurgulanıyordu.
Neden Moskova mı? O tarihlerde Müslüman demek biraz da "anti-komünist" demekti de ondan.
Ama yıllar geçtikçe dindar muhitlerin marşları da boyut değiştirdi.
Daha radikal, daha devrimci marşlar girdi devreye... Ve en sonunda "İran Devrim Marşları" ile perde kapandı.
Ama hepsi bu değildi tabii...
"Özel alan"da bu marşlar söylenirken, her zaman olduğu gibi "kamusal alan", yani "mektep" farklı telden çalıyordu.
Ve küçük omuzlarımıza pek ağır yükler yükleyen o acımasız ikilem, "marş" alanında da kendini hissettiriyordu.
Önce "İstiklal Marşı"nın, atılımdan ziyade durmuş oturmuşluğa çağıran o ağır melodik havasında ezilme.
Ardından cumhuriyetin 50. yılı şerefine yazılıp bestelenen ama pek tutmayan o ısmarlama marş.
O marşın "tutması" için feda edilen kuşağın bir bireyiydim, hálá aklımda kalması bu yüzdendir:
"Müjdeler var yurdumun toprağına taşına / Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına."
O günlerde uygun adım yürümeye en elverişli marş olan "Dağ başını duman almış" marşına biraz kendimizi kaptırmıştık.
Ancak... O marş da biraz erotik bir İsveç halk türküsünün müziği değil miymiş?
Sonra Attila İlhan’ın "Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz" dizesi girdi hayatımıza.
Gençtik, deli fişektik. Bu yüzden bir süre de "Bağımsızlık şiarını / Altıncı filolar karşısında haykıran / Şanlı haziran günlerinde sınıfla kaynaşan" marşı ile "Gün doğdu hep uyandık / Siperlere dayandık" marşına dadanır gibi yaptık.
* * *
Ama çok şükür artık benim için "marş günleri" geride kaldı. Artık marşların, bana aşıladıkları, o sahte dinç duygulara ihtiyacım yok.
Yalancı zafer duygusunu yeniden tatmak istemiyorum.
Yani özgürleştim artık.
Kendi kendime gaz vermekten, ırkımla övünmekten, ideolojik bağlarımın yalancı türküsünü söylemekten, marşlar aracılığıyla benden olmayanlara gözdağı vermekten, kesin inançlılıktan, tartışmaya kapalılıktan, "Türk önde" olmadığı halde "Türk önde" diye haykırmaktan vazgeçmiş bulunmaktayım.
Yani bir "çocukluk hastalığı" kabul ettiğim "marşlar"ı terk etmiş bulunmaktayım.
Türk’ün "tarihten önce" de, "tarihten sonra" da var olduğunu öne süren "10. Yıl Marşı" da terk ettiğim marşlara dahildir.
Erken uyarı
YAZ günü, hafta sonu tatilinde sinemaya gitmek, hele de "bir Andy Garcia filmi" için bunu yapmak, fazla "loser" bir tavır olabilir mi?
İşte bu endişeyle dopdolu bir şekilde gittim G-Mall’a.
Bir de ne göreyim: Yaşam gurusu Hıncal Usta da orada değil mi?
"Ulan iyi, ulan güzel! Hıncal Usta bile yapacak daha iyi bir iş bulamadığına göre yanlış yapmıyoruz. Demek ki racona ters bir durum yok" diye içimden geçirdim.
Üstüne üstlük hayatımda ilk kez Hıncal Usta ile yakın temas da sağladım.
Nazik bir baş hareketiyle selam verme, aynı nezaketle selamı alma falan.
Ve daha da iyisi: Hıncal Usta ile aynı salonda, aynı filmi izliyoruz.
Yani...
Moralli ve alabildiğine iyi niyetle izlemeye başladım Andy’nin "Kayıp Şehir" filmini.
Sonuç: Kocaman bir hayal kırıklığı!
Kasılmaktan ölen bir Andy Garcia antipatikliği. Küba Devrimi’ni harcayan bir yaklaşım. Yer yer müsamereye varan sahneler. Che’yi "pisliğin teki", Fidel’i "En az Batista kadar diktatör" gösterme gayreti. Ağlak ve gerekçesiz bir romantizm. Ve daha bir sürü gerzeklik.
Geriye güzelim Küba müziği ve Havana’dan birkaç şahane görüntü kalıyor ki, üç saate yakın bir zulüm için asla değmez.