Kalabalıkların mutluluğu için büyük siyasi hareketlere karışacak, bu yüzden bedel ödemeyi fütursuzca göze alacak kadar cesur ve verimkár olmasına rağmen insani ilişkilerinde şaşırtıcı derecede bencil ve kendisiyle dolu bir adam.
Yumuşak bir ses, hoparlörlerden sürekli olarak aynı anonsu tekrarlayarak müzenin kapanmak üzere olduğunu söylüyor.
Birbirine hiç benzemeyen insanlardan oluşmuş bir kalabalık isteksiz adımlarla, her resmim önünde sanki oradan hiç ayrılmak istemiyormuş gibi bir kere daha durarak kapılara doğru yavaşça ilerliyor.
Gümüşi saçları perma yapılmış yaşlı hanımefendiden, üstüne kürk parçaları yapıştırılmış sivri burunlu çizmeli sarışın genç hanıma, aldırmaz bir zevki yansıtan entelektüel görünümlü genç çiftten çocuğunun elini tutmuş mütevazı bakışlı genç babaya kadar hepsinde hayatlarında bir daha tekrarlanmayacağından korktukları olağanüstü bir tecrübeden koparılıyormuş hissinin yarattığı neredeyse kederli bir ifade var.
Bir süreliğine dostluğunu kazandıklarını hissettikleri bir büyük dahinin gizemini tam çözemeden onun yanından ayrılıyorlarmış gibi huşuyu andıran bir saygı ve üzüntüyle kendi gerçek hayatlarına dönmeye hazırlanıyorlar.
Parlak ışıklı salonlar boşalıyor sonunda.
Tek başıma kalıyorum.
Bir ibadethane sessizliği beni sararak hayatın dışına doğru çekiyor, koca bir yüzyılın resim anlayışını depremli sarsıntılarla değiştirmiş tablolarla dolu ıssız salonların hem efendisi hem kölesiyim.
Sanki sessizlik kırılacak bir şeymiş gibi itinayla yürüyorum.
Serginin girişinde Picasso’nun çeşitli zamanlarda çekilmiş fotoğrafları asılmış.
Çıplak ayaklarına sandaletler giymiş, elinde sigarası, herkese ve her şeye boşvermişçesine bakan kel kafalı huysuz bir adamın fotoğrafları bunlar.
Menajeri kendisine, "Amerikalılar komünist olduğun için senin resimlerine eskisi kadar çok para vermiyorlar" dediğinde "Matisse’in resimlerine kaç para veriyorlar?" diye sorduğunu, büyük rakibine boşvermediğini hatırlıyorum.
Aynı devrin bu iki büyük ressamı arasında garip bir ilişki var zaten, birbirlerini kıskanıyorlar, birbirlerine saygı duyuyorlar, birbirleriyle dalga geçiyorlar ve birbirlerini hep izliyorlar.
Çeşitli dönemlerini yansıtan resimlerin önünde dura dura dolaşmaya koyuluyorum.
Gençliğinde yaptığı klasik resimler.
Nedense minicik yapmış bu resimleri.
Bir belgeselinde klasik bir resimle başlayıp onu başka biçimlere nasıl çevirebildiğini, fırçasının tuvaldeki resmi şekilden şekile sokan sihrini izlemiştim.
Issız salonlarda geziyorum.
Aklımla onun bir dahi olduğunu, resmi yeniden tarif ettiğini, insanlara başka bir bakış açısı bağışladığını, var olan düzeni kendi aklının ve yeteneğinin süzgecinden geçirerek yeniden yaratan bir kudrete sahip olduğunu biliyorum.
Ama benim aradığım bu değil.
Ben, sadece aklıma değil duygularıma da kazınacak, hayatımın geri kalan kısmında benimle dolaşacak bir şeyler arıyorum.
Onun mutluluğunu ya da mutsuzluğunu gösteren resimler.
Genç karısı kendisini terketmek istediğinde kalp krizi geçiriyormuş gibi numara yaparak bir duvarın dibine gözyaşlarıyla yıkıldığı anı hatırlatan, onun duygularını bir biçime sokmuş bir resim.
Bir kadın resmi görüyorum.
Daha sonra İspanya İç Savaşı için yapacağı çok ünlü tablonun ilk hazırlıklarından.
Bir çığlığı, bir acıyı görüyor insan bu darmadağın edilmiş yüzde.
Sonra "Oğullarım" isimli tablosuna rastlıyorum.
Mutlu bir resim.
Demek mutlu olduğu zamanlar vardı diye düşünüyorum.
Nedense, bütün ününe, başarısına, yaratıcılığının aldığı alkışa, zenginliğine karşın Picasso benim aklımda mutsuz bir adam gibi kalmış.
Olağanüstü bencilliği belki bana bunu düşündüren.
Kalabalıkların mutluluğu için büyük siyasi hareketlere karışacak, bu yüzden bedel ödemeyi fütursuzca göze alacak kadar cesur ve verimkár olmasına rağmen insani ilişkilerinde şaşırtıcı derecede bencil ve kendisiyle dolu bir adam.
Onu sevmek, kadınlar için çıkışı olmayan bir cehennemden içeri girmek gibi...
İşin garibi, hayatındaki kadınlardan hiçbiri, sonuncusu hariç, o cehennemden çıkmak da istemiyor.
Uzun zaman birlikte olduğu kadın, ondan ayrıldıktan sonra içkiyle kendini yok etmeye çalışırken, kendisine "niye başka birini bulmadığını" sorduklarında, "Picasso’dan sonra kim?" diye cevap veriyor, "Tanrı mı?"
Karılarının önüne oturup saçlarını kestirdikten sonra o saçları zarflara koyup üstüne tarih yazarak saklamalarını isteyecek kadar kendini beğenmiş, her an başka kadınlarla ilgilenecek kadar sadakatsiz, iç dünyasına kimseyi sokmayacak kadar kapalı bu erkek kadınları hep etkilemeyi nasıl beceriyordu?
Müthiş yeteneği mi, küstahlığı mı, şöhreti mi, neydi onları böylesine ayrıldığında alkolik yapacak kadar etkileyen?
Picasso’yla yaşamak nasıl bir şeydi?
Picasso’dan ayrılmak nasıl bir şeydi?
Onunla birlikte olduktan sonra terkedilen bir kadın kendini "cennetten kovulmuş Havva" gibi mi hissediyordu.
Böyle erkeklerle olan kadınların duygularını hep merak etmiştim aslında.
Bir dahiyle olmak bir talih miydi onlar için yoksa bir talihsizlik mi?
Diğer erkeklerle kıyaslanmayacak kadar büyük bir yeteneğe, farklılığa sahip bir erkekle birlikte olduktan, onun en mahrem hallerini paylaştıktan, onun zaaflarını ve zaferlerini gördükten sonra ondan ayrılmak, sıradan bir erkekle hayata devam etmek yaralıyor muydu kadınları?
Yoksa hastalıklı bir bencilliğin gölgesinden kurtulabildikleri için müthiş bir ferahlık mı hissediyorlardı?
Kıyaslıyorlar mıydı diğer erkekleri o adamın yetenekleriyle?
Hep akıllarında o dahi kalıyor muydu?
Lanet mi ediyorlardı o adama rastladıkları güne yoksa o günü hayatlarının en unutulmaz günü olarak mı hatırlıyorlardı?
Kendi adım seslerimi duyarak yürüyordum.
Yetmişli yıllarda yaptığı bir iki resim, "acaba alay mı ediyordu" diye aklımdan geçirmeme yol açtı, resimden benim anladığımdan daha iyi anlayan biri herhalde o resimlerde başka şeyler bulabilirdi ama ben handiyse öfkeli bir alay hissettim. Sanki, kendisiyle de, şöhretiyle de, onu şöhret yapan insanlarla da alay ediyordu.
Merdivenlerden alt kata indim.
Geniş salonlarda tek başıma geziyordum.
Hiç ses yoktu.
Ben ve resimler.
Renkler, çizgiler, dahi bir ressamın hayatından parçalar, büyük beyaz duvarlar, zaman dışı bir sükunet.
Hayatım boyunca unutmayacağım bir şey arıyordum.
Resimler halinde önüme serilmiş büyük bir dehadan payıma düşecek, buradan benimle götüreceğim bir görüntü bulmak istiyordum.
Françoise’ın resmiyle karşılaştım birden.
Bir desen gibiydi.
Resimdeki kadının sol yanağına fırça bir anlığına dokunup kaçmıştı.
Bir ben kondurmuştu oraya.
Aynı kadının resmine biraz sonra gene rastladım.
Gene sol yanağında bir ben vardı.
Geri döndüm, o kadının üçüncü bir resmini daha görmüştüm biraz önce.
Gidip ona baktım.
Onda o ben yoktu.
Üç resimden sadece ikisine koymuştu o minicik beni.
O küçük fırça darbesi bana bütün o sergideki en büyük duygusal işaret, bir erkeğin bir kadına gösterdiği şefkatin izi gibi göründü.
İnsanların gözlerini, burunlarını, kulaklarını, gövdelerini parçalara ayırıp, hepsini asıl bulundukları yerlerden başka yerlere yerleştiren, hayatı bambaşka açılardan bakarak ve parçalayarak gören bir göz, o küçücük ayrıntıyı, o ufacık beni nedense atlamak istememiş, Françoise’ın sol yanağına fırçasıyla dokunmuştu.
Hiçbir akla uygun nedenim olmamasına rağmen "bu kadını sevmiş" diye düşündüm, o iki resmi yapmadan önce sevişip sevişmediklerini de hafifçe gülümseyerek düşündüm doğrusu.
Acaba bu resmi Françoise’a gösterdiğinde o "benle" ilgili şakalar yapmışlar mıydı?
Hafifçe o beni okşamış mıydı?
Bir erkekle bir kadının yıllara dayanacak, müzelere yansıyacak ilişkisinde böyle minnacık bir benin gerçekten önemi olabilir miydi?
Herkese gösterilecek bir resimde sadece kendine ait, kendine özel bir parçanın o ben olduğunu düşünmüş olabilir miydi Françoise?
Bütün hayatı, bütün yapıtlara kalabalıklara açık bir adamın hayatındaki kadın sadece kendine ait bir şey olsun istediğinde, bu ne olabilirdi?
Picasso’nun birçok sergisini gezmiştim, onunla ilgili filmler seyretmiştim ama ilk kez bana şefkati hatırlatan bir çizgi görüyordum.
O müzenin sessiz aydınlığı, o yalnızlık içinde bir duygunun işaretini yakalamak için duyduğum belirsiz istek belki de benim öyle düşünmeme neden olmuştu, bilmiyorum.
Bildiğim, o resmi ve o resmi yapan o kel kafalı huysuz adamı o resimden dolayı sevdiğim.
Yavaş yavaş merdivenleri tırmandım.
Bir dahiyle bir müzede yalnız kalmıştım.
Bencildi, kendini beğenmişti, kadınlara kötü davranıyordu, terkedildiğinde "kalp krizi geçiriyorum" diye ağlıyordu, yalancıydı, küstahtı.
Ama Françoise’ın sol yanağına bir ben kondurmuştu.
Şefkate benzer bir ben.
Bir dahinin, bir kadına verebileceği gizli bir armağan.
O güne kadar gezdiğim sergilerde hep Picasso’yu görmüştüm, ilk kez ıssız bir beyazlığın içinde hınzır ve şefkatli Pablo’yu görüyordum, herkesin terkettiği saatlerde bir köşede usulca Françoise’ı yanağından öpüyordu.