Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar.
Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.
Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.
Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.
Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.
Ben, günahı severim. Bu sevgi, bir günahkar olmamdan, günahın baş döndürücü girdaplarında kayboluşun olağanüstü hazlarına düşkünlüğümden değildir sadece.
Hayat dediğimiz o ışık ve acı dolu tuhaflığı hem besleyip hem zehirleyen özsuyun günahın bizzat kendisi olmasındandır.
Bütün trajedimizi, yaratıcılığımızı, çelişkilerimizi, ruhumuzdaki kıvranmaları, kendi isteklerimizden duyduğumuz şaşırtıcı korkuyu, kimliğimizin bize haz ve acı veren gölgeli yanlarını günaha borçluyuz.
Günahın hayatın içindeki yerini anlayabilmemiz için sanırım ona verilen cezanın şiddetine bakmalıyız.
O ceza, katranlı korkunç alevler içinde sonsuza dek kavrulmaktır.
Böylesine ürkütücü bir cezayla önlenmek istemesine ve o cezaya rağmen bizim günahtan vazgeçememize baktığımızda ‘günah’ sözcüğünün arkasında hayatın ve insanın sırlarının saklı olduğunu sanırım anlayabiliriz.
İnsanoğluna sunulabilecek en büyük ödül olan cennette doğmalarına rağmen Havva’yla Adem’in uğruna o cennetten kovulmayı bile göze almaları bize günahın çıldırtıcı çekiciliği hakkında bir fikir verir zaten.
Ne cennetin hurilerle, gılmanlarla, kevser şaraplarıyla dolu tanrısal bereketine ne de insan aklının alabileceği en korkunç ceza olan cehennemin katranlı alevlerine aldıran bir istekten söz ediyoruz günah dediğimizde.
Öyle bir istek ki günah dediğimiz, o isteği duyduğumuzda ne cenneti ne cehennemi görüyor gözümüz.
Nedir peki, cehennemin korkunç ıstıraplarını bile bir anda önemsiz gösterebilen bu günah denilen korkunç istek?
Niye böyle isteklerle doğuyoruz?
Neden ‘nefsimiz’ günah istekleriyle dolu?
Bizi böyle isteklerle yaratan Tanrı sonra neden onları yasaklıyor?
Tanrı niye binlerce yıldan beri bize kendi yarattığı bu isteklere uymamamızı söyleyen peygamberler gönderiyor?
Tanrı’nın yarattığı o günah isteğiyle dolu ‘nefs’ten daha güçlü bir ‘yasaklama iradesini’ peygamberlerin yaratması ne kadar mümkün?
Biz nefsimizdeki günah istekleriyle o isteklerin gerçekleşmesi halinde başımıza gelecekler arasında büyük bir savaş yaşarken, Tanrı da kendi yarattığı isteklerle gene kendi yarattığı yasakların mücadelesinde neden kendisinin ‘ilk eserinden’ değil de daha sonraki yasaklarından yana çıkıyor?
Eğer Tanrı bizi günahı bilmeyen bir ruhla yaratsaydı da daha sonra da günahı öven şeytanı gönderseydi sonuç ne olurdu?
Yarattığı insanlar Tanrı’nın ‘eylemi’, kutsal kitaplar da Tanrı’nın ‘sözü’ ise, söz eylemden daha güçlü olabilir mi?
İnsanın sözüne değil de eylemine önem veren Tanrı neden kendisinin eylemine değil de sözüne önem vermemizi istiyor?
Aslında Tanrı bizi değil de kendini mi sınıyor?
Bütün bu sorular bile ruhumuzun nasıl büyük bir iç çatışmayla çalkalandığını, bütün varlığımızın nasıl güçlü bir depremle daha doğuştan ikiye bölündüğünü gösteriyor.
Çelişkilerle dolu yaratılıyoruz.
Her isteğimiz, her arzumuz mutlaka kendi düşmanını buluyor ruhumuzda.
İsteklerimizi yok etmek mümkün değil.
O istekler içimize Tanrı ya da doğa, ne derseniz deyin, ama mutlaka bizden daha büyük bir kudret tarafından konuldu.
O isteklere karşı nasıl dayanacağız?
Keşişler, ermişler manastırlara, çöllere kaçarak kendi isteklerinden saklanıyorlar.
Kaçmak, yenmek anlamına gelir mi?
Ya da istek uyandıran ne varsa onun üstünü örtüyoruz, onları görünmez kılıyoruz, onları kendi gözümüzden saklamaya çalışıyoruz.
Saklamak, yenmek anlamına gelir mi peki?
Ne yaparsak yapalım, hepimiz o isteğin içimizde durduğunu biliyoruz.
Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar.
Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.
Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.
Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.
Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.
Sizi bu kadar değerli kılan da bu çelişkileriniz, çelişkilerinize soyunuzun duyduğu merak.
Felsefeyi, edebiyatı yaratan da içinizdeki bu huzursuzluk, bu belirsizlik, bu çelişki, bu cevapsız sorular zaten.
Kendinizi anlamaya çalışıyorsunuz.
Bu tanrısal ikiliğin, bu görkemli çatışmanın, isteklerinizle yasaklarınız arasındaki bu muhteşem çelişkinin, arzularınızla suçluluk duygunuz arasındaki o depremsel mücadelenin, hazzın çıldırtıcılığı ile huzursuzluğun yıpratıcılığı arasında sürekli seçim yapma zorunluluğun ruhunuzda yarattığı gitgelleri; o gitgellerin gizli ve açık yaralarını, o yaraları nasıl sağaltacabileceğinizi, tek günahkarın kendiniz olup olmadığını kavramak istiyorsunuz.
Omuzlarınızda, günahlarınızı ve sevaplarınızı kaydeden melekler var mı bilmiyorum ama zihninizin derinliklerinde her duygunuzu, her davranışınızı yargılayan, onları kayıtlara geçiren bir mahkeme kurulduğunu biliyorum.
Olabilecek en korkunç mahkeme bu.
Yargılayan da sizsiniz, yargılanan da...
Ve, söyleyeceğiniz yalanların hepsini biliyorsunuz.
Gene de kendinizi, içinizdeki yargıcı kandırmak için uğraşan da sizsiniz.
Aklınızın bir yanı duygularını savunmak için yalanlar uyduruyor, mantıklı nedenler buluyor.
Aklınızın yargıç yanı sizi sessizce dinleyip pusuya yatıyor.
Sonra birden ani huzursuzluklarla, korkularla, utanma duygularıyla uyanıyorsunuz.
Yaşadığınız tanrısal bir kargaşa.
İnsanoğlu kendi içindeki kargaşayı anlayabilmek için edebiyatı buldu, romanlar bunun için yazılıyor.
Günahkarları günahkarlara anlatmak için.
Günah olmasa edebiyat olmazdı.
Bütün varlığını günaha borçlu çünkü.
Herkesten günahtan kaçıp çöllere saklansa da edebiyat günahtan saklanamaz.
Herkes, günah uyandıran nesneleri kapatmaya, örtmeye çalışsa da edebiyat onların üstünü açmak zorundadır.
Bütün dinler, Tanrı’nın yarattıklarının nasıl yasaklanacağını anlatır.
Edebiyat ise Tanrı’nın neyi yarattığını anlatır bize.
Tanrı’nın yarattığı insanın nasıl bir şey olduğunu biz edebiyattan öğreniriz.
İnsan ruhunu anlatan romanlar, bir insanın ruhuna ne kadar girerlerse, ne kadar derine inerlerse Tanrı’nın yarattığına da o kadar yaklaşırlar.
Tanrı insanlara neleri yapmaması gerektiğini peygamberleriyle anlatırsa, neyi yarattığını da romancılarıyla anlatır.
Siz nasıl bir ruhla yaratıldığınızı, o ruhta hangi günahkar arzuların bulunduğunu, bazen o arzularla nasıl mücadele ettiğinizi, bazen de onlara nasıl esir düştüğünüzü ve sizin tek başınıza yaşadıklarınızın aslında bütün insanlığın ortak macerası olduğunu romanlardan öğrenirsiniz.
Günahtan korkan günahkar ruhunuzun tek tesellisi aslında belki de romanlarda saklıdır.
Öyle yaratıldığınızı ve günahkarlığın ortak bölüştürüldüğünü romanlardan öğrenirsiniz.
‘Yalnız değilsiniz’ der size romanlar.
‘Diğerleri de sizin gibi, onlar da aynı günahkar arzulara sahipler.’
‘Tanrı hepinizi böyle yarattı.’
Sanırım edebiyat kutsallığını günah karşısındaki bu cesaretine borçlu.
Ben günahı severim.
Sadece günahın hazlarına dalmış bir günahkar olduğumdan değil...
Hayatın, edebiyatın ve hatta yaratanın çelişkilerle dolu büyük kudretini onda gördüğüm için.