Hiç ses yok, ardıç ağaçları, kahverengileşmeye başlamış ölü yaprak yığınları, dümdüz uzayan lükstrumlar, içinde bir iki ölgün nilüferin yüzdüğü solgun havuz, aniden havalanarak kanat sesleriyle sessizliği bozan simsiyah bir karga, donmuş hareketlerinin içinde canlanmak ister gibi duran kederli heykeller, çakıllı bahçe, yollarında belli belirsiz duyulan ince
çıtırtı.
Birden bir ölüm haberi.
Attila İlhan ölmüş.
Sessizlik aynalar gibi kırıla kırıla büyüyor.
O kadar çok insan ölüyor ki aynı anda.
Ben ölüyorum, gençliğim ölüyor, onun şiirlerini okuduğum kadınlar ölüyor, onun şiirlerini bana okuyanlar ölüyor, onun şiirleriyle düşündüklerim ölüyor.
Bir sonbahar gibi ölüyoruz.
İçime insanlar dökülüyor, sessizlik dökülüyor, şiirler dökülüyor.
Yan yatmış kasketiyle şiirlerine benzerdi, uzaktan görmüştüm, madeni çakıntılı ekranlarda sesini duymuştum.
Fikirleri bana yabancıydı.
Ama duyguları...
Duyguları, kasketini yan giymiş, meydan okuyan kırgın bir çocuk gibiydi.
Canı yanan, yalnız, yağmurlara dağılmış ama hep meydan okuyan bir çocuk.
Gizli randevulara gider, vurulur, terk edilir, olmayan kadınları sever, yanlış hayatlar yaşar, kederlenir, gemilerle yalnız yolculuklara çıkardı.
Ölüme dokunduğunda, ölümü değil bir daha görmeyeceği kadını düşünürdü.
seni görmeden öleceğim
bir daha görmeden
inge bruckhart
zaten kaç yıldır yaşamıyorum
Bitirim bir çocuktu o.
Kasketini yan giyerdi.
Sansaryan hanında işkence görür, ıslık çalardı.
Ölmüştü.
Heykellerin durduğu bu sessiz bahçede duymuştum öldüğünü.
Bir çocuk ölmüştü.
Yağmurlu vakitlerde herkesin gençliğine giren külhan sesli yalnız bir çocuk, yalnızlığından yakınırken kalabalıklaşan, eflatun gözlü kadınları seven bir çocuk.
benim bu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor
kendimi yerden yere vuruşumu, içimdeki zehiri
bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor
odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar
sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin
Ben onu kendi çocukluğumu sever gibi sevdim, o kederli gecelerimi, yağmurla ağırlaşan akşamüstlerimi, yalnızlığımı sever gibi sevdim.
O, onu okuyan herkesin çocuğuydu.
Onu okuyan herkes onun çocuğuydu.
Kederli çocuklar kalabalığıydık, ‘kaptan’ oydu, kızlar ‘Turgut itine’ giderdi, biz vurulurduk.
Islık çalardık biz, öyle kederliydik ki kendi ıslıklarımızı bile taşıyamazdık.
Ölmüştü.
Biz ölmüştük.
Bütün kederli çocuklar ölmüştü.
Bizi terk eden bütün kadınlar ölmüştü.
seni görmeden öleceğim
bir daha görmeden
Bir daha görmeden ölmüştük işte.
Hep bunu söylerdik, isterdik ki biz ölmeden önce gelsinler, ince, çocuksu bir yakarıştı bu, kasketi külhan, sesi bitirim, yalnız bir çocuğun meydan okuyuşunun ardına saklı bir yakarış.
Biz onunla birlikte, onun sesinden seslenirdik sevdiğimiz kadınlara.
‘Sevdiğim sensin’ derdik.
Biz kederli çocuklardık.
‘Kaptanımız’ oydu.
Sevilmeyen, kederli çocuklar senfonisiydik biz.
O ölmüştü.
Sessizliğin bir ayna gibi kırılarak çoğaldığı bu sessiz bahçede sessizce çalan o senfoninin son bölümüydü.
Kaptandan, kendimizden, çocukluğumuzdan, sevdiğimiz kadınlardan bir ayrılış.
insan bir akşamüstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Lükstrumların kenarında kül rengi iki serçe duruyor.
Gökyüzünde huzursuz küçük bulutlar...
Ölüm haberi insanı yalnızlaştırıyor.
Yanık yaprak dumanı gibi bir ıssızlık yayılıyor.
Bir bahçe sandalyesine oturdum, sağlam, tahta bir sandalye.
Sırtımı dayadım.
Ayaklarımı çimenlerin üstüne uzattım.
Ardıç ağaçlarının diplerinde ince sonbahar nemiyle ıslanmış kızıl damarlı ölü yapraklar.
Çocuğumuz ölmüştü, çocukluğumuz ölmüştü, ıssız bahçeler gibi ıssızlaşmıştık, sevdiğimiz kadınlara onları hep sevdiğimizi söyleyen sesimiz, o külhan halimiz, bıçkın yakarışımız ölmüştü.
yanılmış bir kapıyım simsiyah kendi üstüme kapanıyorum
Solgun nilüferlere baktım.
Ardıç ağaçlarına, yaprak birikintilerine, bir taştan doğup bir taşa hapsolan heykellere.
Kendime, geçmişime, unutulmuş bir bahçede bırakılmış bir heykel gibi sessiz gençliğime baktım.
Bir çocuk ölmüştü.
Biz kederli çocuklar kalabalığı ölmüştük.
Bir sonbahar gibi ölmüştük.