Peki, o ne?

Duygularımız değişiyor, düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz, isteklerimiz değişiyor, beklentilerimiz değişiyor.

Ama değişmeyen bir şey var.

Galiba hayatla kurabileceğimiz en güvenli ilişki de o soruda saklı.

Değişmeyen ne?

Sende ne değişmiyor?

On üç yaşımda öğrendiğim Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, ben kimim" sorusunun cevabını galiba öğrendim.

Sende ne değişmiyorsa, sen o’sun...

Biraz tuhaf, tutkulu bir çocuktum ben. Büyüklerin her duyguyu kendilerine ait sanarak "Çocuktur, çabuk unutur" diye küçümsedikleri o talihsiz dönemlerde bir daha hiç unutmayacağım, içimi yakan aşklar yaşamıştım.

Uzun süren, beni ketumlaştıran ve yalnızlaştıran aşklar.

Kimseye anlatmazdım duygularımı.

Kendi başıma sever, kitaplar okur ve hayaller kurardım.

Şehrin bir ucundan diğer ucuna tek başıma yürür, yollarda, okuduğum romanlara benzer maceraları sevdiğim kızla aklımdan yaşardım.

Ortaokulu bitireceğim yıl kapıcının kızına aşık oldum.

Kapıcı da ailesi de biraz garipti.

Adam akşamları kafayı çeker, "tabancam tespihim, darağacı salıncağım" diye hiç duymadığım acayip şarkılar söylerdi, ailenin büyük kızını geceleri son model büyük arabalar gelip kapıdan alırdı, benim aşık olduğum küçük kızları ise sadece kendi ailesine değil bütün dünyaya yabancı gibiydi.

Apartmanın kapısında yan yana oturur konuşurduk.

Bazı geceler onlar ailece "açık hava" sinemasına giderlerdi, annem benim gitmeme izin vermezdi.

O zaman dördüncü katın mutfak balkonundan su borularına tutunarak iner, onlarla sinemaya gittikten sonra gene aynı yolla eve dönerdim.

Bu yaptığım bana çok normal gözükürdü.

İstediklerimi yapmama engel olmalarından hoşlanmazdım.

O yıl beni yatılı okula gönderdiler.

Dünyanın en güzel okullarından birine gidiyordum, hocalar ders saatleri dışında öğrencilerle kantinde çay içip ahbaplık ederler, insan ilişkilerinde bizim çok da alışkın olmadığımız bir özgürlüğün ferahlığını yaşamamızı sağlarlardı, haftanın belli günlerinde harika filmler oynardı okulda, hafta sonları konserler olur, Arnavutköy’deki kız okulunun öğrencileriyle partiler düzenlenirdi.

Bunların hiçbiri benim umurumda değildi.

Sevdiğim kızı düşünürdüm ben.

Derslerde, derslerden sonra yapılan etüdlerde kitaplarımın kenarlarına durmadan sevdiğim kızın adını yazardım.

O ismi yazabilmek o sırada sahip olduğum tek mutlu özgürlüktü, onun isminin beş harfinin yan yana dizilişi her seferinde aynı heyecanı ve acıyı hissettirirdi bana.

Yatma saatinden önce bize verilen yarım saatlik boş zamanda, Boğaziçi’nin karanlık sularında biriken, kıçlarında lüks lambaları yanan balıkçı sandallarını seyrederek sevdiğim kızı düşünürdüm.

Aylarca, aylarca her gün, her saat aynı ismi yazdım kitaplarıma.

Hep aynı heyecanı duydum.

Pazar akşamı okula girdiğim andan itibaren haftasonuna, o kızı görmeme kaç saat kaldığını, kaç saatinin uykuda geçeceğini hesap ederdim. Onun isminin yanına kalan saatleri yazardım.

Bir gün, hiç unutmadığım şaşırtıcı bir şey oldu.

O ismi yazdım.

Ve, bir heyecan hissetmedim.

Neredeyse bir dehşete kapıldığımı hatırlıyorum.

Bir daha yazdım.

Hayır, hiçbir şey hissetmiyordum.

Ne olduğunu bilmediğim bir şey kaybolmuştu.

Tuhaf bir hafifleme, ağır bir şaşkınlık ve bir sızıyı andıran bir ihanete uğramışlık duygusu belirmişti içimde.

O kızı sevdiğim ve onu göremediğim için çok acı çekiyordum ama onu sevmekten vazgeçmeyi hiç istememiştim, bir tek gün bile bu aklıma gelmemişti, böyle bir şeyin olabileceğini dahi düşünmemiştim.

Kendi iradem ve isteğim dışında duygularımın değiştiğini görmek beni çok şaşırtmıştı.

Daha dün delice sevdiğim kızı bugün sevmiyordum.

Ben bendim.

Sevdiğim kız, sevdiğim kızdı.

Ama onun ismini yazmak artık beni heyecanlandırmıyordu.

İnsanın değiştiğini ilk kez böylesine açık bir biçimde o gün öğrendim.

Ve, binlerce yıldan beri insanların ilgisini çeken "değişim" benim de ilgimi çekti.

Neyin değiştiğini merak ettim.

Ne değişiyordu, niye değişiyordu, nasıl değişiyordu?

Uzun zaman bunu düşündüm.

Kendime ve insanlara olan güvenim epeyce sarsıldı, şu andaki duygularımı bilsem de yarın ne hissedeceğimi bilmiyordum, kendi duygularım benim denetimimde değildi, bana haber vermeden değişebiliyorlar, ben duygularımın değiştiğini bir ismi yazarken öğreniyordum.

Değiştiğimi bile fark edemiyordum.

Sanırım, Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, peki ben kimim" sorusunu o günlerde ezberledim.

Duyguları sürekli değişen milyarlarca insanın o kıpırtılı belirsizlik içinde mutluluğu nasıl yakalayabileceklerini merak etmek beni mutluluktan bile kuşkulandırır hale getirdi.

Herkes değişiyordu.

Yıllarca, "Ne değişiyor" sorusunu aklımda taşıyarak yaşadım.

"Kimse aynı nehirde iki kere yıkanamıyordu", bütün duygular ruhumuzun eninde sonunda bizi terk edecek misafirleriydi, kendimizi tanıyamıyorduk, bunları anlamıştım.

Ama bütün bu değişimlere, gelip giden duygulara, ruhumuzun öngörülemez salıntılarına rağmen gene de kendimiz olarak kalıyorduk.

Bizi biz yapan bu değişen duygular değildi, o zaman bizi biz yapan neydi?

Değişmeyen bir şey olmalıydı.

Yeni ve cevabı belki de daha zor bir soru buldum.

Bende değişmeyen nedir?

İnsanlara da öyle bakmaya başladım.

Sende değişmeyen nedir?

Bütün duyguların değiştiğinde, bugün sevdiğini yarın sevmediğinde, bugün ilgisiz olduğuna yarın tutulabildiğinde sende ne "değişmez" olarak kalıyor?

Bütün bu değişimleri her şeye rağmen senin parçan olarak tutan o değişmeyen şey ne?

Değişimlerimiz hepimizi birbirimize benzer kılıyor.

Farklılığı sağlayan, sanırım o değişmeyen parça.

Hepimizde, parmak izi gibi bizi diğerlerinden ayıran değişmez bir özellik var, ne değişirse değişsin o değişmiyor.

Ve, bizim kendimizi tanıyabilmemiz için içimizdeki o değişmez özü bulmamız, onu görmemiz, onun adını koymamız gerekiyor.

Kendimizi kendimizle yüz yüze bırakacak soru bu galiba.

"Bende ne değişmiyor?"

Tanımak istediğimiz birine soracağımız soru da bu herhalde.

"Sende ne değişmez?"

Hepimizi kendi irademiz dışında güvenilmez kılan bu korkunç değişim depreminde sarılabileceğimiz, güvenebileceğimiz "büyük direk", depreme dayanıklı olan o parçamız.

Ama o "direğin" çevresinde öylesine kalabalık bir hareket, öylesine büyük bir değişim kasırgası var ki, gözlerimizi karartan bir kum fırtınası gibi bizi kendimize karşı körleştiren o hareketin içinde değişmeyeni görmek o kadar kolay değil.

Üstelik hepimiz biraz öfkeyle, biraz şaşkınlıkla sadece kendimizdeki ve karşımızdaki değişimleri takip ederken, birden durup "değişmeyene" bakma, onu yakalama alışanlığımız da pek yok.

Aradığımızı, sandığımız kadar kolay bulamayacağız.

Duygularımız değişiyor, düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz, isteklerimiz değişiyor, beklentilerimiz değişiyor.

Ama değişmeyen bir şey var.

Galiba hayatla kurabileceğimiz en güvenli ilişki de o soruda saklı.

Değişmeyen ne?

Sende ne değişmiyor?

On üç yaşımda öğrendiğim Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, ben kimim" sorusunun cevabını galiba öğrendim.

Sende ne değişmiyorsa, sen o’sun...
Yazarın Tüm Yazıları