Her cümlede, her mimikte, her davranışta, her bakışta, kabuğun içinde gizli olanla kabuk arasındaki o korkunç çatışmayı izlersiniz.
Kadın sürekli taraf değiştirir gibidir.
Bir an, içindeki gizli canlının hayata çıkmasına yardımcı olmak isterken diğer bir an kabuğunu sağlam tutabilmek için çabalamaktadır.
Sonunda kaçınılmaz olur.
Kabuk parçalanır.
Farklı biçimlerde yalnız olan iki insan birbirlerini severler, bir anda ikisi için de hayatın ışığı değişiverir.
Hepimiz, içimizdeki o sırrını ele vermeyen esrarın peşindeyiz.
Karanlık bir şatonun bekçisi gibi varlığımızın görüntüsünü, başkaları tarafından yapılmış duvarlarını, burçlarını, kulelerini, çatılarını tanıyoruz ama o şatonun kimsenin gitmediği ıssız koridorlarında dolaştığımızda karşılaştıklarımız bize yabancı.
Oralarda gördüklerimizi tanımıyoruz.
Bazen gözalıcı parlak taşlar, bazen utançla kenarından dolaştığımızda kirli çöküntüler çıkıyor karşımıza.
Ne zaman, nerede hangisine rastlayacağımızı hiç bilemiyoruz.
Deniz diplerindeki kayalıklara sokulmuş tuhaf deniz yaratıkları gibi girintili çıkıntılı kalın bir kabukla örtülmüşüz sanki.
Bizi her türlü saldırıdan, aşağılanmadan kurtaracak sadakat, fedakarlık, vefa, bağlılık gibi değerler o kabuğun güvenilir dokusunu oluşturuyor.
Alışkanlıklarımız, korkularımız ve bize öğretilen bilgilerden derlediğimiz düşüncelerimizle kabuğumuzu besleyip onu canlı tutuyoruz.
Neden bir şatonun içine saklandığımızı, neden kalın bir kabukla örtüldüğümüzü bize sorsalar, o kabuğun gerçekliğini sorgulasalar kendimizi de inandırarak vereceğimiz cevaplar hazır.
İnandırırız, çünkü inanıyoruz.
Ama anlatacağımız yalnızca kabuğumuz olur, şatomuzun duvarlarını tarif edebiliriz.
İçinde neler olduğunu, biraz sezsek bile biz de tam bilmiyoruz.
Ne var o kalın kabuğun altında?
Neler gizli?
Hele kabukları çok daha kalın olan kadınlar hayattan ve kendilerinden neler saklıyorlar?
Hayatın ani bir darbesi o kalın kabuğu kırsa, şatonun duvarlarını çökertse, zihnimizin kabuğumuzu besleyen ince zarını yırtıp geçse içinden ne çıkacak?
Kendi kabuğumuzun altından çıkacak olanı biz tanıyacak mıyız?
Biliyor muyuz kim var içimizde?
Bir ömür boyu kendimizi kabuğumuzdan ibaret sanarak yaşayabiliriz.
Şatomuzun burçlarından, gözlerimizi hiç içeri çevirmeden hayatı gözetleyebiliriz.
Ama bir gün beklenmedik bir şey olur.
Basit, sıradan görünüşlü bir şey.
Kapınızın önünde eski bir kamyonet duruverir örneğin.
The Bridges of Madison County isimli harikulade filmi seyredenler hiç unutmamışlardır sanırım.
Amerika’nın orta-batısındaki sonsuz mısır ve buğday tarlaları arasında kaybolmuş bir köyde ‘mutlu’ ve huzurlu bir aile yaşar.
İyi yürekli, sevecen bir baba, büyümekte olan bir oğulla bir kız ve bir yıl önce bir kalp rahatsızlığı geçiren kocasıyla çocuklarının etrafında pervane olan, hayatını onlara adamış bir anne.
Topraklarını işlerler, küçük kasaba dedikoduları yaparlar ve sessiz tarlaların arasından ağır ağır akan zamanın içinde telaşsız, dertsiz bir hayat sürerler.
Bir gün baba, iki çocuğunu da alıp şehirdeki tarım fuarına gider.
Biraz da kimsenin peşinden koşturmadan geçireceği birkaç günü özlemiş olan anne onların bavullarını hazırlar, kocasının ilaçlarını çantaya yerleştirir, haplarını zamanında almasını ve her akşam mutlaka kendisini aramalarını söyleyip yolcu eder.
Onlar gittikten kısa bir süre sonra kapının önünde eski bir kamyonet durur.
Kamyonetten, orta yaşı geçmeye hazırlanan, hayatta umduğu başarıyı yakalayamamış, artık mutsuzluğa bile çok aldırmayan, yalnız, halinde garip bir hüzün olan sakin bir fotoğrafçı iner.
Bir coğrafya dergisi için bölgedeki eski köprülerin resmini çekecektir ama yolunu kaybetmiştir.
Kadın, hafifçe saçlarını düzeltip ona yolu tarif eder.
Fotoğrafçının tarifi pek iyi anlamadığını görünce yolu göstermeyi teklif eder.
İşi yoktur.
Zamanı boldur.
Birlikte köprüye giderler sonra dönüp kadının evinde birer bira içerler.
Adam kadının kabuğunu kırmaya çalışan hiçbir şey yapmaz.
Ama kadının tedirginliğinden, huzursuz hallerinden, telaşından ‘fedakar eş, şefkatli anne’ kabuğunun çatlamaya başladığını sezersiniz.
Dışardan kuvvetli bir darbe gelmemiştir.
Kabuğun altındaki gizli canlı dışarı çıkmak için kabuğu zorlamaya başlamıştır, kendilerini hiç hissettirmeden biriken arzular birden büyüyüvermiştir.
Konuşurlarken ortak bir özelliklerini de keşfederler, kadın İtalyan kökenlidir, Dünya Savaşı sırasında asker olan kocasıyla İtalya’da tanışmış ve evlenip Amerika’ya gelmiştir.
Adam da askerliği sırasında İtalya’da kadının yaşadığı kasabada bulunmuştur.
Kasabadan, kasabanın sokaklarından, istasyona bakan çan kulesinden konuşurlar.
Her cümlede, her mimikte, her davranışta, her bakışta, kabuğun içinde gizli olanla kabuk arasındaki o korkunç çatışmayı izlersiniz.
Kadın sürekli taraf değiştirir gibidir.
Bir an, içindeki gizli canlının hayata çıkmasına yardımcı olmak isterken diğer bir an kabuğunu sağlam tutabilmek için çabalamaktadır.
Sonunda kaçınılmaz olur.
Kabuk parçalanır.
Farklı biçimlerde yalnız olan iki insan birbirlerini severler, bir anda ikisi için de hayatın ışığı değişiverir.
Sıradan, sakin, hafifçe tozlanmış alışkanlıklar dünyasından, duyguların insanı altüst eden, alışkanlıklara başkaldıran, isyankar, sevinçlerle, neşelerle, acılarla dolu tutkulu alemine geçerler.
Canlanırlar.
Hayatın içinde kesilmiş bir ağaç gibi hareketsiz yatarken birden dirildiklerini görürsünüz.
Üç gün yaşarlar böyle.
O günlerde, kasabanın ‘yasak bir aşk’ yaşadığı için aforoz ettiği bir genç kıza kadının nasıl anlayışlı ve dostça davrandığını fark edersiniz.
Bütün ölçüler değişmiştir.
Hayatlarının belki de en unutulmaz, en güzel üç günüdür bu.
Kabukların parçalandığı üç gün.
Daha sonra kadın o günlerde yaşadıklarını anlatırken şu unutulmaz cümleyi söyler:
- Kendimden başka biri gibi davranıyordum. En gerçek bendim...
Kendisinden başka biri ve en gerçek o....
Ne kadar çelişkili bir cümle ve ne kadar doğru.
Kendisi sandığı, kendisiyle özdeşleştirdiği kabuğundan çok farklı davranıyordu, kabuğun bütün yasaklarından kopmuştu, yıllardır davrandığı gibi davranmıyordu, evet, başka biriydi ve kabuğun içinde saklı olan o gizli canlının duygularını, arzularını yaşarken de, evet, en gerçek kendisiydi.
Ortaya çıkan kendisinin içiydi.
En derini, belki en özü.
O üç günü yaşayana kadar içinde o ‘üç günü’ yaşayacak biri olduğunu büyük bir ihtimalle bilmiyordu, birisi ona böyle bir duygu yaşayabileceğini söylese inanmazdı, bir başkasının yaşadığını görse herhalde yadırgardı.
Şatosunu, kulelerini, kabuğunu tanıyordu, onları kendisi sanıyordu.
Onun içinde ne olduğunu bilmiyordu.
Yıllarca o ‘gizli canlı’ kendisini hiç sezdirmeden yaşamıştı içinde.
Ve, birden kabuğu parçalayıp çıkmıştı.
Başka biri olmuştu, ‘en gerçek’ kendisi.
Çok kısa ama çok yoğun yaşanan o üç günde birçok insanın belki de hayatları boyunca yaşamadığı bir duyguyu hissetmişlerdi.
Adam, kadına kendisiyle birlikte gelmesini teklif etmişti.
Son sahne gerçekten iç burkucudur.
O unutulmuş kasabaya şakırtılı bir yağmur yağmaktadır, adam kamyonetinin içinde oturur, kadın fuardan dönen kocasıyla çocuklarını kasabaya getirir.
Adam, kadının o kamyonetten inip gelerek kendi kamyonetine binmesini camları buğulanmış arabasında bekler.
Kadının bir an duraksadığını sonra kocasıyla çocuklarının içinde beklediği arabasına binip evlerine giden yola saptığını görür.
Kabuk yeniden toparlanmış, o gizli canlıyı yeniden içine alıp hapsetmiştir.
Niye kadın hayatının en büyük aşkıyla gitmedi, neden ömrünün kalan kısmını sessiz tarlaların arasında bir daha hiç görmeyeceği bir erkeği her an özleyerek geçirmeyi kabul etti?
Bunun birçok cevabı var herhalde.
Çocuklarına olan sevgisi, kocasına duyduğu şefkat, kendisine iyi davranmış bir erkeği üzmemek isteği, alışkanlıklarından kopamamak, yeni bir hayattan korkmak, kabuğun dışındaki bir hayatı kabuklarından koparak yaşamaya gücünün yetmeyeceği endişesi...
Hangisi olduğunu bilemeyiz.
Bilebildiğimiz tek şey, kadının ölürken son düşündüğünün o üç gün ve tutkuyla sevdiği o erkek olduğu.
Şatosundan ve kabuğundan çıkan kadının yaşadığı üç gün, şatonun içinde yaşanmış bir ömürden daha derin bir iz bırakmış, birbirine benzer binlerce solgun gün o üç günün parlak ışığında silinmişti.