Paris piyesten sonra kamelyalı kadınlarla dolmuştu.
Neredeyse bütün kadınlar "aşık bir orospu" olmak istiyorlardı.
Kadınlık dehlizlerinin en esrarengiz durağı olan orospulukta, o dehlizlerin en parlak meşalesi olan aşk alevleri yanıyordu. Herkes böyle bir aşk yaşamayı özlüyordu.
Günah ve masumiyet bütün çekicilikleriyle, göğsüne taktığı kamelyayla dolaşan tek bir kadında biraraya gelmişti. Ve, kadınlar günaha ve masumiyete aynı anda sahip olmayı arzuluyorlardı.
Hizmetçisi Clautild, Marie Duplesis’i güzel kokulu sularla yıkadı, kalın havlularla kuruladı, bütün vücudunu pudralarla ovdu, aynanın karşısında kirpiklerini rimelledi, yanaklarına allık sürdü, dudaklarını boyadı, ardından uzun kırmızı tuvaletini giydirdi, mücevher kutusundan en sevdiği inci gerdanlığını getirip taktı, dirseklerinin üstüne kadar uzanan saten eldivenlerini narin beyaz kollarına geçirdi.
O gece Paris’te büyük bir balo veriliyordu.
Aynı zamanda da Marie’nin yirmi üçüncü yaş günüydü.
Salondaki büyük koltuğa oturdu.
Bütün gece o koltuktan kımıldamadı.
Baloya gidecek hali yoktu.
Ölüyordu.
Veremin son dönemini yaşayan bu genç kadın Paris’e geleli henüz yedi yıl olmuştu ama bu sürede oğul Alexandre Dumas’yı, Franz Liszt’i, başta Dük de Guich olmak üzere birçok aristokratı kendine aşık etmiş, açtığı salonda "dostları" Balzac’ı, Musset’yi, Theophile Gautier’yi ağırlamıştı.
Yirmi üçüncü yaş gününde ölmeye ve edebiyat dünyasının en unutulmaz kahramanlarından biri olmaya hazırlanıyordu.
Kendisini daha on iki yaşındayken erkeklere satan sarhoş bir babanın kızıydı, okuma yazmayı on yedi yaşındayken bir dans salonunda karşılaştığı ve kendisine aşık olan Dük de Guiche’den öğrenmişti ama döneminin neredeyse bütün dahilerini etkileyen parlak bir zekası, karşılaştığı her erkeği çarpan olağanüstü bir güzelliği, onu gören herkesin ışığında soluklaştığı etkileyici bir gülümsemesi vardı.
Kısa zamanda öylesine ünlenmişti ki Paris’e gelen bütün yabancı aristokratlar vakitlerini onunla geçirmek için sıraya giriyor ve servetlerinin bir kısmını onun evinde bırakmaya razı oluyorlardı.
Yirmi yaşındayken Alexandre Dumas’nın gayrimeşru oğlu olan Alexandre Dumas Fils ile karşılaştı.
Aynı yaşlardaydılar.
Oğul Alexandre Dumas, zeki, esprili ve yakışıklı bir adamdı.
Marie’ye aşık oldu, Marie de ondan hoşlandı.
Yirmi yaşındaki "oğul" Alexandre’ın parası yoktu. Sevgilisini görmeye geldiğinde, o sırada onun yanında olan erkeğin gitmesini komşunun evinde beklerdi.
Kaçınılmaz olarak kıskançlık krizleri geçiriyordu.
Kavgaları dayanılmaz boyutlara ulaştı.
On bir ay sonra ayrıldılar.
Ayrılığın hemen ardından Marie, belki de hayatında gerçekten aşık olduğu tek erkek olan Franz Liszt’e rastladı. O sıralarda veremi iyice ilerlemişti. Liszt’le birlikte İstanbul’a gitme planları yaptılar.
Ne tuhaftır ki, kadınların gerçekten bütün varlıklarıyla tutuldukları erkekler genellikle "güvenilmez" çıkarlar; dalgalı saçları, yakışıklı yüzü, piyanonun taşlarına tanrının dudakları gibi dokunan ince uzun parmakları, kralların karşısında bile bir nebze taviz vermediği kibiriyle bütün Avrupa’yı kendine aşık eden Liszt, hayatını bir orospuya adayacak biri değildi, o "konteslerin" erkeğiydi, verem olan sevgilisinden hastalık kapmaktan korkup "döndüğümde seni İstanbul’a götüreceğim" diyerek kaçtı.
Daha sonraları, "ben normalde o tür kadınlarla ilgilenmem ama Marie Duplesis farklıydı. Büyük bir yüreği, çok canlı bir ruhu vardı ve bence kendi tarzında eşsizdi. Asla varolmayan bir kadınlığın bütün özelliklerini kendinde birleştirmişti" diye yazmıştı.
Liszt’den sonra hastalık daha da ilerledi.
Genç kadın en iyi doktorlara gitti, en ünlü kaplıcaları dolaştı ama çare yoktu.
Günden güne çöküyordu.
Ölüm döşeğindeyken başucunda ona aşık olan iki kont gözyaşlarıyla bekliyordu.
Paris’in en büyük kilisesinde muhteşem bir cenaze töreni yapıldı.
Cenazeden sonra bütün eşyaları Paris sosyetesinin katıldığı bir açık artırmada satıldı.
O açık artırmayı izleyenler arasında genç Alexandre da vardı.
Kitapları, serveti, şöhreti, "yardımcı yazarları", gösterişi, parası gösterişine yetmediği için sürekli büyüyen borçları, inanılmaz iştahı, iri gövdesi, sevgilileri, kahkahaları, gürültülü konuşmaları ile Fransız edebiyatını tek başına doldurmak ister gibi gözüken, "ben, Victor Hugo ve Vigni güçlü üç yazarız, aralarında Balzac’ın da bulunduğu diğerleri bizimle yeni kuşak arasındaki geçiş bölgesidir" diyecek kadar kendine hayran olan, "Monte Kristo Şatosu" adı verilen şatosunda büyük bir kalabalıkla yaşayan görkemli bir babanın, kazanacağı ünden henüz habersiz olan sessiz ve sakin oğlu asla unutamadığı kadını anlatacağı romana bu satış sahnesiyle başlayacaktı.
Asında edebi değeri çok büyük olmasa da satırlarına kendi ruhunda yanan gerçek bir acıyı üflediği ve edebiyat tarihinin en güzel aşk romanlarından biri sayılan "Kamelyalı Kadın"ı kısa zamanda yazdı.
Kitap yayınlandığında yirmi dört yaşındaydı.
Roman birkaç baskı yaptı.
Alexandre, romanını üç yıl sonra piyes olarak yeniden yazdı.
Piyes, eşine az rastlanır bir başarı kazandı.
İlk gece piyesi izlemeye baba Alexandre Dumas da arkadaşlarıyla gelmişti, piyes başlamadan önce arkadaşlarına "Bizim oğlanın piyesi tutmayacak gibi geliyor bana" demişti, birinci perdeden sonra, "Piyes fena değil, ben de bir iki yerine dokundum zaten" diyerek yaklaşan başarıyı hissettiğini göstermişti. Piyes, ayağa fırlayan seyircilerin dinmeyen alkışlarıyla bittiğinde ise baba Alexandre da ayağa kalkıp arkadaşlarına sarılarak "Aslında bu piyesi ben yazdım" diye bağırmıştı.
Oğul Alexandre, "19. yüzyılın en iyi üç piyes yazarından biri" olarak anılacağı parlak kariyerine delicesine aşık olup delicesine kıskandığı genç bir orospunun hayatını anlatarak başlamıştı.
Hikaye, genç Alexandre’ın satırlarında biraz değişmişti.
Onun kitabının kahramanı, "aşık olduğu genç yazar" için mutluluğundan da hayatından da vazgeçiyordu.
Piyes bütün dünyada defalarca oynandı, Verdi onu "la Traviata" adıyla opera yaptı, dünyanın neredeyse her ülkesinde filmleri çekildi.
İnsanlar "aşık ve fedakar orospu" karakterini sevmişlerdi.
Aşkı, bulunması en zor yerde, hayatını bir erkekten bir erkeğe dolaşarak kazanan bir orospunun kalbinde bulmak insanlara aşkın erişilmez gücünü gösteriyor, asla değişmeyecek gibi gözüken hayatın kurallarını aşkın değiştirebileceğine inanmalarını sağlıyordu.
Marie Duplesis, Alexandre’ın piyesinde Marguerite Gautier adını almıştı, gerçek hayatında da çiçekleri çok seven Marie’nin oyundaki yansıması da göğsüne sürekli "kamelya" takıyordu.
Paris piyesten sonra kamelyalı kadınlarla dolmuştu.
Neredeyse bütün kadınlar "aşık bir orospu" olmak istiyorlardı.
Kadınlık dehlizlerinin en esrarengiz durağı olan orospulukta, o dehlizlerin en parlak meşalesi olan aşk alevleri yanıyordu.
Herkes böyle bir aşk yaşamayı özlüyordu.
Günah ve masumiyet bütün çekicilikleriyle, göğsüne taktığı kamelyayla dolaşan tek bir kadında biraraya gelmişti.
Ve, kadınlar günaha ve masumiyete aynı anda sahip olmayı arzuluyorlardı.
Alexandre, aşık bir kadını kendi aşkından yaratmıştı.
Daha sonra yazdığı on bir oyunda da hep aynı temayı "yasak aşkı" anlattı, buna rağmen hayatı boyunca kendini hep "ahlakçı" bir yazar olarak gördü, piyeslerine "ahlaksızlığı yeren" önsözler yazdı.
Bir eleştirmenin dediği gibi, "Allahtan ahlaki öğütlerini eserlerine yansıtmayacak kadar akıllıydı" ve ahlakçı görüşler sadece önsözlerde kaldı.
Belki de bu "akıllılığı" sayesinde büyük bir ün ve servet kazandı.
Ünü çok genç yaşta bulmasına rağmen hiçbir zaman babası gibi yaşamadı, sürekli olarak kendisini "eğlenceli bir hayat" yaşaması için kışkırtan babasına uymadı, servetini gösteriş için harcamadı.
Zekice ve esprili konuşmaları nedeniyle toplantıların en çok aranan adamı oldu ama kalabalıklardan hep uzak durmayı tercih etti.
Babasına en çok benzeyen yanı kadınlara olan düşkünlüğüydü.
Ama buna rağmen kadınlarla ilişkilerini eserleri için "malzeme" toplayacağı "deneyler" olarak kullanmaktan da kaçınmadı, bir keresinde "kıskanç bir kadının tepkilerini" inceleyebilmek için birlikte olduğu kadının bulunduğu bir toplantıya kolunda başka bir kadınla gidecek kadar da gözü karaydı.
Daha sonra yazdığı "demimonde" isimli piyeste gene bir kibar orospuyu anlattı ve Fransızca’ya o tür kadınları anlatmak için kullanılacak bir sözcük kazandırdı piyesinin adıyla.
Bütün yazdıklarına bakıldığında Marie Duplesis’le yaşadıklarının onun belki de tüm hayatına ve duygularına damgasını vurduğunu ve kadınların "seks hayatlarındaki kırılganlıklarına ve düzenbazlıklarına" her şeyden fazla ilgi duyduğunu görebiliyordunuz.
Ne yazarsa yazsın sanki canının en çok yandığı yere dönüyordu.
Hem bu kadar kırılgan, bu kadar zayıf görünüp hem de nasıl bu kadar oyunbaz olabildiklerini, nasıl bir erkekten bir erkeğe geçebildiklerini anlamaya çalışıyordu.
Asıl anlamaya çalıştığı, zarif manevralarla erkeklerin arasında dolaşan, hepsinde aynı arzuyu ve şefkati uyandırmayı başaran ve bir orospu olduğunu kırılganlığı ve parlak gülümsemesiyle unutturmayı başaran Marie’ydi büyük bir ihtimalle.
Bir de bütün gerçeği bilmesine, diğer erkeklerin nasıl tuzağa düştüğüne şahit olmasına rağmen kendisinin bu "kırılgan düzenbazlığa" nasıl kapıldığını kavramak istiyordu.
Bu nasıl oluyordu?
Herhalde asıl sorduğu soru buydu.
Hayatı boyunca cevabını aradığı soru.
Bir erkeğin bu yumuşacık kasırganın içinde nasıl kaybolduğunu, gördüğü gerçeklerin bile anlamını nasıl kaybettiğini, nasıl güvendiğini, sıkıca tuttuğunu sandığı kadının nasıl o kadar kıvrak ve rahat dönüşler yapabildiğini, bir yanını bütün masumiyetiyle teslim ederken diğer yanının nasıl bu kadar günahkar kalabildiğini anlamak istiyordu.
Çok genç yaşta o kasırganın içinde kaybolmuş, ruhunun bir parçasını da orada bırakmıştı.
Yazdığı karakterlerle, diyaloglarla, o kayıp parçasını geçmişin elinden koparıp almak ister gibiydi.
Sorunun cevabını bulursa, bunu becerebilecekti.
Cevabı bulabildi mi bilmiyorum.
Ama cevabını aradığı soru onu Fransız edebiyatının zirvesi sayılan Fransız Akademisi’nin üyeleri arasına soktu.
Ve, dünyanın hemen hemen her yerinde insanlar, onun bir vakitler içinde kaybolduğu o kasırganın dalgaları arasına istekle atıldılar.
Terzi bir kadının çapkın ve ünlü bir yazardan doğurduğu gayrimeşru çocuk, çağının en önemli yazarları arasına katıldı bu soruyla.
Yirmi üç yaşında ölen güzel bir orospu insanların hafızasına bir "azize" olarak kazındı.
Marie Duplesis’in mezar taşında pembe kamelya kabartmaları var.
Ve, Theophile Gautier’in onun için yazdığı satırlar.
Bugün hálá ziyaretçiler, mezarlık bekçisine "kamelyalı kadının mezarını" soruyorlar.
Her zaman taze kamelyalar duruyor orada.
Alexandre o kadını kendi aşkından yarattı.
İnsanlar, yirmi üç yaşında ölen o kadını hep yaşattılar.