Çadırın kapısı açılır ve Hektor’un babası Priamos, oğlunu öldüren Akhilleus’un dizlerine kapanıp ellerini öper.
‘Saygı göster tanrılara Akhilleus, bana da acı...
Yeryüzünde hiçbir ölümlü katlanmadı benim katlandığıma
Oğlumu öldürenin eline uzatıyorum yalvaran dudaklarımı.’
Bizim kısaca Aşil dediğimiz Akhilleus şaşkınlıkla bakar ihtiyar adama.
Truva’nın kralı olan bilge Priamos, Akhilleus’un, öldürdükten sonra arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürüye sürüye çadırına getirdiği oğlunun cesedini geriye alıp ona onurlu bir cenaze töreni yapabilmek için yalvarmaktadır.
Bunun için hayatını tehlikeye atıp düşman ordusunun karargahına gelmiştir.
‘Talihsiz adam ne acılar çekmiş yüreğin
Nasıl göze aldın buraya gelmeyi tek başına
Demirden bir yürek varmış göğsünde
Hadi gel, otur üstüne şu iskemlenin
Ko uyusun bağrımızda acılar.’
Birbirine ölümüne düşman iki insan, bir tanrıçanın oğlu olan yenilmez Akhilleus ile kahraman Hektor’un babası Priamos, biri oğlu diğeri bir gün önce öldürülmüş en yakın dostu için yas tutarken karşılıklı oturup yemek yerler.
Homeros’un Truva Savaşlarını anlatan İlyada Destanı’ndan yapılan filmde, bu sahneyi hafifçe değiştirmişler, orada Priamos başka bir cümle söylüyor.
- Düşmanlarına saygı göster Akhilleus.
İnsanlık tarihinin bu en büyük destanı, sağlam dostlukların olduğu kadar hatta belki de daha fazla soylu düşmanlıkların şiirini söyler.
Birbirlerinden nefret eden, parçalamak, yok etmek isteyen insanların birbirlerine nasıl saygı gösterdiğini anlatır.
Bu destanı okuduğunuzda şunu düşünürsünüz.
Bir insanın düşmanları olmalı.
Güçlü düşmanları.
Çekineceği, korkacağı ama aynı zamanda saygı duyup öyle bir düşmana sahip olmakla övünebileceği düşmanları.
Dostluğun kurallarını öğretirler bize hep, bütün çocukluğumuz onları dinlemekle geçer.
Sadakati, bağlılığı, dürüstlüğü, destek olmayı, en zor yerde bile dostunu satmamayı, gerektiğinde kendini feda etmeyi...
Ama düşmanlığın kurallarını öğretmezler.
İyi bir düşman olmanın da kuralları var halbuki.
İyi bir düşman olamayan iyi bir dost da olamaz çünkü.
Oturup birlikte yemek yemekten hoşlanmayacağım bir düşman istemem doğrusu.
Öfkesini göstermek için kullandığı zekasının parlaklığı, içinde hakaretler de taşısa bir övgüdür benim için.
Pusular kurmasın, dövüş meydanına tek başına, yüzü bana dönük ve silahlarını kuşanmış olarak gelsin isterim.
Galibiyetine kendi gücünden ve zekasından başka bir yardımcı bulmaktan utansın isterim.
Truva filminde tam da arzuladığım gibi bir sahne vardı.
Akhilleus, Truva Kalesi’nin duvarları dibinde tanrıların kendisine verdiği inanılmaz güç ve ‘bedeninden fışkıran altın ışıklarla’ Hektor’a saldırırken, Hektor’un ayağı bir taşa takılır ve Truvalıların büyük kahramanı yere düşer.
- Ayağa kalk, der Akhilleus, zaferimin bir taş tarafından gölgelenmesini istemem.
Zaferinin gölgelenmemesi için kolay galibiyetlere sırtını dönen bir düşman isterim.
Saygı duyacağım, onu bütün gazabımla cezalandırmak isterken bile onu övebileceğim bir düşman isterim.
Ve, düşmanım nasıl olsun istersem ben de öyle bir düşman olayım isterim.
Benim düşmanlığımla övünebilsin isterim.
Bir savaş meydanında ruhumuz acılarla kararmışken karşılıklı oturabilelim isterim.
Böyle bir düşman isterim.
Cesaretine, zarafetine, zekasına, gücüne saygı duyacağım bir düşman.
Hep dostluğun kurallarını anlattılar bize.
Hiç düşmanlığın kurallarını anlatmadılar.
Korkarım eksik kaldık biraz.
Düşmanlığı bilmeden dostluğu kim bilebilir ki.
Kimse...
Bir insanın düşmanları olmalı.
Güçlü düşmanlar.
Kendi düşmanlarımı kendim seçebilmek isterdim.
Ama genellikle düşmanlarımız bizi seçiyor ve düşmanlık biçimleriyle bizi utandırıyorlar.
‘Böyle bir düşmanı mı hak ediyorum ben’ diye soruyoruz kendimize.
‘Hektor’un Akhilleus gibi bir düşmanı varken niye benim böyle bir düşmanım var?’
Priamos’la Akhilleus, bir savaş meydanında birbirlerinden nefret ederek ve saygı duyarak karşılıklı oturuyorlar da ortada ne bir savaş, ne bir kahraman cenazesi olmadığı halde biz düşmanlarımızla aynı masaya oturamıyoruz.
Neden zekanın gümüşten kargısıyla değil de, ahmaklığın küt sopasıyla saldırıyoruz.
Belki de kötü düşmanlıkların nedeni bu...
Belki de keskin silahlarla dövüşenler saygı duyuyorlar birbirlerine.
Sopalarla saldıranların ne düşmanlığa ne de dostluğa gücü yetiyor.
Hep o çocukluğumda dinlediğim hikayeyi hatırlarım ben düşmanlık dendiğinde.
Truva Savaşı’ndan ve Homeros’tan binlerce yıl sonra Almanya Fransa’ya savaş ilan ettiğinde Alman büyükelçisi ülkesinin düşmanına gelip ‘savaşın başladığını’ resmen bildirmişti.
Resmi açıklamasını bitirdikten sonra,
- Madam nasıllar ekselansları, diyerek cumhurbaşkanının eşine hürmetlerini sunmuştu.
İnsanlık tarihi bir düşmanlık tarihidir.
Tanrı yarattığı iki kardeşi birbirine düşman ederek başlattı insanlığı, aynı anadan doğan Habil’le Kabil ilk düşmanlar oldular.
Homeros’un destanlarında tanrılar bile düşmandır birbirine.
Ama bütün bu kine, nefrete, şiddete rağmen düşmanlıklarıyla yücelenler de çıkmıştır bu kanlı ve karmaşık tarihin içinden.
İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortalık yerinde iki general, birbirinin yeteneğine saygı duyan iki askeri deha, Rommel’le Montgomery Kuzey Afrika’da Priamos’la Akhilleus gibi buluşup yemek yiyebilmişlerdi.
Birbirlerinin bilgisine, yeteneğine, yaratıcılığına ve cesaretine saygı duyuyorlardı.
Sadece düşman değil aynı zamanda rakiptiler.
Ama bir savaşın ortasında buluşabildiler.
Buluştukları için tarihe geçmediler, tarihe geçecek çapta askerler oldukları için savaş sürerken bir yemek masasının başına birlikte oturdular.
Birbirlerine saygı duydular ve tarih onlara saygı duydu.
Birbirlerinin düşmanlığıyla övündüler ve dostları kadar düşmanlarının da kendileriyle övünebileceği askerlerdi.
Bir insanın düşmanları olmalı.
Güçlü düşmanları.
Saygı duyacağı düşmanları.
Hayatını, bir destanın küçücük bir paragrafı haline çevirmeye yardım edecek düşmanları.
İyi dostları olanlara imrenmem.
İyi dostlarım var benim de.
İyi düşmanları olanlar ise her zaman hayranlığımı, gıpta dolu kıskançlığımı kazanmıştır.