Esrarengiz vaatler

Sıcaktı. Terliyorduk. Birbirimize bakıyorduk.

Bacaklarını uzatıp ayaklarını göbek taşına dayadıklarında, içinde hayatın saklandığı koyu gölgelikleri gözüküyordu.

Buharlar yükseliyordu taşlardan. Sonra yarı çıplak bir kız beni o kadınların gözleri önünde köpük köpük sabunlarla yıkadı. Güzel kokulu yağlarla ovdu. Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için.

Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için./images/100/0x0/55eb0ecef018fbb8f8a84a4e

Arabaya biner, motor homurtularını kendi adalelerinde hissederek uzun bir yola çıkarsın.

Değişik kaderlere doğru yol alan binlerce arabanın süratle geçtiği büyük otobanlardan, yaprak kokan dar orman yollarından, nehir kenarlarından, karanlık tünellerden, çirkin binalarının ardındaki sırları asla ele vermeyen ketum kasabalardan, sırtına odun yükledikleri hayvanlarını yedeklemiş kadınların aldırmazca yürüdüğü, çardaklı kahvelerinde traşı uzamış adamların oturduğu küçük köylerden, dağ geçitlerinden, penceresiz tahta kulübelerin tek başına durduğu ıssız yaylalardan geçersin.

Lezzetli yemeklerin piştiği, taş tabanlı, masaları örtüsüz kamyoncu lokantalarında yemek yer, iskemleleri çimlerin üstüne konmuş kır kahvelerinde söğüt ağaçlarının hışırtılarını dinleyerek çay içersin.

Vakit baharsa, beyaz, pembe, mor, eflatun çiçekleriyle dantel yelpazeler gibi açılan ağaçlara rastlarsın.

Elma, şeftali, portakal, mandalina kokuları açık camlardan içeri dolar.

Yemyeşil filizleri diz boyu olmuş tarlalar tersine taranmış kadifeler gibi iki yanında ürperir.

Işıklar içinde beliriveren çelik konstrüksiyonlu benzin istasyonlarında iri bıyıklı, kalender bakışlı adamlara yol sorarsın.

Uzun yollar boyunca, her kilometrede dağarcığında birikmiş tozlu önyargılardan, kirlenmiş ihtiraslardan, manasız kızgınlıklardan arınarak, hayatın yalınlığını kavrayıp sana daha önce çok sıradan gözüken her dalın, çiçeğin, ağacın, dağın, nehrin, ışığın mucizesine hayran olarak, rengarenk zaman parçalarının içinden rüzgarın uğultusunu dinleyerek geçip gidersin.

Ben çocukluğumdan beri hep böyle yolculukların hayallerini kurarım.

Çoğunlukla hayal olarak kalır bunlar.

Bazen de bir sabah vakti, bir iki pantolon, birkaç gömleği küçük bir çantanın içine atıp yola çıkarım.

Savrularak yanımdan geçen iri bir kamyonun vınıltısında, tekerleklerin kaydığı çakıllı bir dağ yolunda, boşluğa doğru uzanan sert virajda direksiyona bütün gücümle asıldığımda hayatla ölümün kardeşliğini kasılan midemde hissederek giderim.

Gittiğim yerde neyle karşılaşacağımı bilmemek yolculuğun heyecanını daha da artırır.

Tek bildiğim, daha önce kalmadığım bir yerde kalıp, daha önce görmediğim insanları göreceğimdir.

Bu sefer de öyle oldu.

Akdeniz’e yukarlardan bakan bir dağa, henüz ehlileşmemiş bir yoldan, her virajda yeni bir uçurumla karşılaşarak tırmandım.

Ben tırmandıkça deniz büyüyordu.

Tam tepede, zeytin ve çam ağaçlarının arasına saklanmış bir otele vardım.

Arabayı durdurduğumda gece çökmüştü.

Ömrünün beş yılını Mamak Hapishanesi’nde bırakmış, hayatın örsünde dövülerek çeliğin sağlamlığını ve dirençli esnekliğini kazanmış bir komünistle Alman karısı karşıladı beni.

Ortak dostlarımız olduğunu keşfettik, geçmişi yad ettik, çekilen acılardan olgun bir gülümsemeyle söz etti evsahibim.

Sabahleyin, odamın kapısını açıp geniş bir ahşap terasa çıktım.

Sık ağaçların arasından Akdeniz firuze bir yüzük taşı gibi masmavi gözüküyordu.

Arkamdaki kayalık zirvenin gölgesinden kurtulmaya çalışan ağaçlar serin sabah rüzgarıyla fısıldaşıyorlardı.

Güzel bir kahvaltıdan sonra ayrıldım oradan.

Sabahleyin yukardan baktığım denizin kenarına öğleye doğru indim.

Gittiğim yerde geçmişin başka bir acısı bekliyordu beni.

Bir yamaca yerleşmiş, camları kırık pencereleriyle sahipsiz körlere benzeyen bomboş taş binalar sessiz ölüler gibi dizilmişlerdi.

Bir zamanlar yedi sekiz bin kişinin yaşadığı bu küçük Rum kentini yapanlar öyle yapmışlardı ki, hiçbir bina öbür binanın önünü kapatmıyordu, her biri önlerinde uzanan yeşil vadiden ve vadinin bitiminde başlayan Akdeniz’den payını cömertçe alıyordu.

Bu şehirde yaşayan Rumlar 1922’deki "mübadelede" evlerini, bağlarını, tarlalarını bırakarak Yunanistan’a gitmek zorunda kalmışlar, yerlerine gelenler ise bir vakit bu evlerde oturduktan sonra oradaki şartlara uyum gösteremediklerinden şehri kaderine terkederek ayrılmışlardı.

Yüz yıl önce bile iki doktoru, iki eczanesi, iki okulu olan, görkemli bir kiliseye, tepelere yerleşmiş minik "şapellere" sahip bu taş şehir şimdi öyle ıpıssız duruyor, ziyaretine gelenlere savaşların bedelini insanoğlunun nelerle ödediğini kendi ıssızlığıyla gösteriyordu.

Bu ölü şehre bakarak hayatımdaki en güzel gözlemeyi yerken civardaki köy evlerinden birinden ultramodern bir caz müziğinin hiç beklenmedik notaları duyuluyordu.

O müzikle birlikte, gerçeklerden kopmuş bir "an" geçmişi, geleceği ve beni kendi derinliklerine doğru çekip götürüyordu.

Hava, portakal çiçeği kokuyordu.

Oradan garip bir keder ama tuhaf bir umutla uzaklaştım, aklı da akılsızlığı da büyük bir canlı türüne aittim, en güzel şeyleri yapıp sonra onları yok edebiliyordu ve yeniden yapıyordu daha sonra.

Gene yapacaktı.

Villon’un bir mısrası dolaşıyordu aklımda.

"Meyveler, çiçeklerin vaat ettiğinden de güzel oldu."

Sanırım müzik iyimserliğimi artırmıştı.

Geniş, ferah bir gökyüzünde güneş, altın ipeklilere sarınmış bir tanrıça gibi ışıktan saçaklarıyla oynaşıyordu.

Serin çam ormanlarının arasına daldım.

Ağaçların arasından bir sincap koşarak geçti.

Ormanlardan çıktıktan sonra, tarihin ilk "birleşik devletlerini" kurmuş eski bir krallığın topraklarına girdim.

İnsanoğlunun en dokunaklı maceralarından birine yaklaşıyordum.

Binlerce yıl önce bu krallığın başkentini düşmanlar kuşatmıştı.

Şehirdekiler uzun zaman direnmişlerdi.

Sonra bir gün gelmiş, "artık dayanamayacaklarına" karar vermişlerdi.

Düşmanları gerçekten düşmandı, acımaları yoktu.

Çocuklarını ve kadınlarını onların ellerine bırakamazlardı.

Erkekler, önce çocuklarını, sonra kadınlarını öldürmüşler, daha sonra da kılıçlarını kendi karınlarına saplamışlardı.

Düşman, boş bir şehri ve "on bin ölüyü" ele geçirebilmişti ancak.

İnsanlık, kendini yiyerek büyüyen ve geçtiği yerlere kandan ve gümüş tozundan izler bırakan anlaşılmaz bir böcek gibiydi.

Ardında bıraktığı kanlı ve parlak izleri takip ediyordum.

Sonsuz bir kumsala geldim.

Bembeyaz kumlar kilometrelerce sürüyordu.

Boş şezlonglar duruyordu sahilde.

Deniz kaplumbağalarının doğurmak için geldikleri iki sahilden biriydi burası.

Yumurtalarını gece karanlığında bırakıp gidiyorlardı.

Yavrusunu doğar doğmaz terkeden tek canlı türüydü onlar.

Ve, yavrular bırakıldıkları kumsalda denizin yolunu ancak karanlıkta bulabiliyorlardı, eğer bir ateş, bir ışık yanarsa yollarını kaybediyorlardı.

Kaplumbağalarla birlikte kuşlar ve yengeçler de geliyordu buraya.

Yavruları yiyorlardı.

Kurtulabilenler denize açılıyorlar, büyüyorlar, doğurmak için doğdukları bu sahile dönüyorlardı.

Kumsalın arka tarafında palmiyeler ve geçmişten kalan harabeler vardı.

Büyük taş bir kapı, bir boşluğun ortasında tarihle ve insanlarla alay eder gibi tek başına duruyordu.

Kapıdan geçtim.

Kumsaldan ayrılırken yol kenarındaki genç bir delikanlıdan kalın kabuklu limonlar aldım.

Parlak sarı kabuklarını kesince kokuları sabırsız cinler gibi yayılıverdiler arabanın içine.

Toros Dağları’nı aştım.

Ana yoldan ayrılıp yayla köylerinin arasından dolanan, çiçeklenmiş ağaçlarla süslenmiş bir yola saptım.

Yaşlı bir köylüye, "bunlar ne ağacı" diye sordum.

Cehaletimden dolayı bana acıyarak baktı.

"Elma ağaçları" dedi omuzlarını silkerek.

Kilometrelerce hiçbir arabaya rastlamadan gittim.

Akşama doğru, yirmi metrelik çam ağaçlarının arasına saklanmış bir otele ulaştım.

Yorgundum.

Beni bir daha hiç unutmayacağım bir masalın içine soktular.

Büyük taş bir binanın altındaki bir kapıdan loş bir koridora yürüdüm.

Mumlar yanıyordu ve uçları çatlayarak titreşen minik alevlerden baygın bir rayiha yayılıyordu.

Soyunup uzun bir kumaşa sarındım.

Tahta bir kapı açıldı.

Ve, buharlarla dolu sıcak ve küçük bir hamama girdim.

Ortada bir göbek taşı, kenarlarda çepeçevre mermer bir kerevet ve kurnalar vardı.

Kerevette kumaşlara sarınmış çırılçıplak kadınlar oturuyordu, terlemişlerdi, yüzlerini al basmıştı.

Bazen kumaşlarını açıp yeniden sarınıyorlardı.

Buharların arasından memeleri ortaya çıkıveriyordu.

Sıcaktı.

Terliyorduk.

Birbirimize bakıyorduk.

Bacaklarını uzatıp ayaklarını göbek taşına dayadıklarında, içinde hayatın saklandığı koyu gölgelikleri gözüküyordu.

Buharlar yükseliyordu taşlardan.

Sonra yarı çıplak bir kız beni o kadınların gözleri önünde köpük köpük sabunlarla yıkadı.

Güzel kokulu yağlarla ovdu.

Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için.

Ve Villon’un dediği gibi kimi zaman "gerçekler vaatleri aşıyordu."

Sabahleyin uyandığımda guguk kuşları ötüyordu.

Çocukluğumda da öterlerdi.

Çocukluk hayallerimin beni kıskandığını biliyordum.
Yazarın Tüm Yazıları