Bir köyde bin yıl

Tepelerin arasındaki derin vadiye yerleşmiş köye yukardan bakan evin sofasındaki tahta masada oturuyoruz.

Derinden derine, evin kirişlerini kemiren tahta kurtlarının ince çıtırtıları duyuluyor.

Kapı açık, Şubat sonu olmasına rağmen hava üşütmüyor.

Gece basmış, tepeler kararmış.

Koyu karartılı tepelerin siyahlığı içinde, oralara yerleşmiş bir iki münzevinin ağaçlar arasındaki evlerinin pencerelerinden sızan ışık noktacıkları seçiliyor.

Köy ise bir avuç kor gibi parlayan sarı, kırmızı, turuncu ışıltılarla, kış günlerinde bir unutulmuşluğun hüznü içine çekilse de yazın nasıl şaşaalı bir hayatın dekoru olduğunu hatırlatıyor.

Işık yansımaları, koyu tepelerle köyün arasına sıralanmış mevzun kavakların üstüne çarpıyor.

Arada bir alt yoldan geçen gençlerin neşeli seslerini, ağılında huzursuzlanan bir keçinin çıngırağını, baharın yaklaştığını fark eden kedilerin huysuz bağırışlarını, uzaktan uzağa köpek havlamalarını duyuyoruz.

Hayatımda gördüğüm en bilgili insanlardan biriyle konuşuyorum.

Bildiklerini de çok eğlenceli anlatıyor.

On dört dil biliyor, her dili öğrenmesinin ayrı bir macerası var, evde öğrendikleri var, aşık olduğu kızlar için öğrendikleri var, iddiaya girdiği için öğrendikleri var, "bunu mutlaka öğrenmek gerek" diye öğrendikleri var.

Aramice ve Latince bildiği diller arasında.

Dile ve tarihe meraklı.

Çile çekmiş bir ırktan, bir Ermeni ve bana Türklerin tarihiyle ilgili çok ilginç, bugünü yeniden yorumlamama yardımcı olacak bilgiler veriyor.

Pek de kalabalık olmayan bir orduyla Anadolu’ya gelip Malazgirt savaşında Bizanslıları yenen Türklerin, sayılarının azlığına karşın nasıl olup da Anadolu’da egemen olduklarını konuşuyoruz.

Nasıl oldu da dillerini ve dinlerini bütün Anadolu’ya kabul ettirdiler.

"Türklerin tarihteki rolünü önemsemek gerekir," diyor.

Ve bugüne dek hiç duymadığım bir şey söylüyor.

"Türkler çok iyi örgütçüdür."

Sürekli olarak bir dağınıklık yaşayan bir ırkın çocuğu olarak biraz şaşkınlıkla bakıyorum.

"Bir siyasi yapıyı ele geçirdikten sonra her mesleğin en iyilerini bir araya getirir ve bir kültür oluştururlar, yeni ve parlak eserler yaratırlar."

Ve, Türklerin Anadolu’ya yerleştiği ilk dönemleri anlatıyor.

"İlk yirmi otuz yıl hakkında çok fazla bir şey bilmiyoruz, bilgi açısından o dönem karanlıktır. O dönemde Orta Asya’dan yeni Türk göçleri gelir. Ve, o otuz yılın sonunda Anadolu’da büyük bir kültür patlaması yaşanır."

Taze demlenmiş koyu çaylar içiyoruz ve ben onu dikkatle dinliyorum.

"Bugün Selçuklu eserleri dediğimiz eserlerin çoğu o dönemde yapılmıştır."

Gülümsüyor.

"Siyasi açıdan bir tür anarşizm olan bir dönemdir o ve büyük kültür patlamasını da o anarşiye borçludur."

"Nasıl?"

"O dönemde değişik Türk beylikleri çıkıyor ortaya, ortak bir siyasi iktidar yok, her beylik kendi bölgesinde egemen. Beylikler, kendi bölgelerinin gelirini, topladıkları ustalarla büyük mimari yapıtlara harcamışlardır."

Türklerin yarattığı bu büyük kültür patlaması sonradan niye kesiliyor?

"Çünkü daha sonra Osmanlı çıkıyor, mutlak iktidar kuruluyor ve beyliklerin egemen olduğu toprakların gelirleri İstanbul’a, saraya akmaya başlıyor. İnsanların kazandıkları, bulundukları topraklara harcanmıyor. Onlar da bakıyorlar ki Saray paraları alıyor ve kendilerine bir şey vermiyor, bu sefer daha az, ancak kendilerine yetecek kadar üretmeye başlıyorlar. Anadolu’nun fakirleşmesi böyle oluyor."

Birden, bin yıl önceden değil de sanki bugünden bahsediyormuşuz duygusuna kapılıyorum. Bütün paraları toplayan merkez ve fakir Anadolu.

Bir sineması bile olmayan karanlık şehirler.

"Selçuklu" eserlerini bir daha asla yaratamamış bir kültürel çöküş.

Binlerce insanı işkencelerden geçiren, Kürtlerin şarkı söylemesini bile yasaklayarak otuz bin kişinin ölümüne yol açan bir iç savaşı başlatan, küçük çocukları bile astıran bir darbecinin doksan yaşına geldiğinde "eyaletler kurulmalı" demesi aklıma geliyor.

Onun iktidarında bunu bir başkası söyleseydi herhalde o insanı gözünü kırpmadan astırırdı.

Eğer kendisi darbeci bir general olmasaydı, bu sözleri de ona pahalıya ödetirlerdi.

Ama burada özgürlük darbecilerindir.

Bizim önemli önerileri dile getirme hakkını sadece generallere tanımamız utanç verici olsa da söylediklerinin ilginçliği ve geçmişte "beylikler" döneminde yaşanan "kültür patlamasıyla" bugünkü önerinin paralelliliği, Anadolu’yu canlandırmanın yolu bu mu acaba sorusunu yaratıyor aklımda.

Acaba "eyalet" sistemi Anadolu’da yeni bir "kültür patlaması" yaratır, biz de üçüncü bin yılda "neo-Selçuklu" dönemini Anadolu’da bu sistemle başlatabilir miyiz?

Selçuklu eserleriyle, Kenan Evren’in adının zihnimin bir köşesinde bir araya gelmesi bile ancak benim ırkımın yaşayabileceği trajik bir eğlence.

Son zamanlarda zenginleşen ve Ankara’daki "merkezi" pas geçerek dünyayla ilişki kuran şehirleri de düşünüyorum.

Türkiye’deki yapıyı zorlayan, dünyalaşma yolunda adımlar atılmasını sağlayan acaba bu yeni "beylikler" mi?

Dostumun tarihle ilgili söyledikleri bugünle ilgili birçok soru doğuruyor.

Ve ben köyün yaz özlemiyle kıpırdaşan ışıklarına bakarak onun anlattıklarını dinliyorum.

"Fırat çok önemlidir," diyor.

"Bizans Fırat’ın doğusunu ele geçirdi ama Bizans kültürü Fırat’ın doğusuna yerleştiremedi. Osmanlı da kendi kültürünü Fıat’ın doğusuna kabul ettiremedi. Osmanlının kültürel egemenliği aynı Bizans gibi Fırat sınırında durdu. Fırat’ın doğusu kendi kültürünü hep korudu."

Anadolu’ya "siyasi bir yapı olarak değil de "kültürel" bir yapı olarak bakınca değişik yorumlar çıkıyordu ortaya.

Siyasi sınırlar değişse de değişmeyen "kültürel bir sınırla", Fırat’la karşılaşıyorduk.

Bu arada, laf sınır tanımadan dolaşıyordu.

"Türkler," diyordu dostum, "Orta Asya’dan değil de daha kuzeydeki ormanlık bölgeden gelmiş olmalılar çünkü Türkçe’de o bölgenin ağaçlarının ve hayvanlarının isimleri bulunuyor."

Bugünkü Türkçe’nin ise yüzde on altı ya da on yedisi o zamanki Türkçe’den kaynaklanıyormuş, gerisi başka dillerden bizim dilimize geçmiş kelimelerden oluşuyormuş.

Kelimelere hayrandı.

"En basit kelimenin bile iki bin yıllık, üç bin yıllık saçakları vardır, araştırdığında binlerce yıl öteye uzanır her kelime. En sıradan kelimeyle bile binlerce yıllık bir macera yaşarsın."

Her dilin bir matematik yapısı olduğunu söylüyordu.

"Eğer dille çok ilgilenirsen sonunda bunun insanlar tarafından değil de Tanrı tarafından yaratıldığını düşünürsün, öylesine mükemmeldir dillerin yapısı. Birbirinden farklı dillerde bile hep aynı matematik tutarlılıkla karşılaşırsın."

Bunun nasıl böyle olduğunu kimse anlayamıyormuş.

Kelimelerin birbiriyle ilişkileri, ortak kökleri, bir dilden bir dile geçişleri, zaman içinde söylenme biçimlerinin değişmesi...

"Neredeyse her on yılda bir," diyordu, "insanların kelimeleri söylerkenki dudak ve çene yapıları farklılık gösterir, aynı kelimeyi başka bir vurguyla söylerler. Eski resimlere bakarsan, her dönemin yüz ifadesi farklıdır, bu farklılık onların kelimeleri söyleme biçiminden ve kelimeyi söylerken ağız yapılarının değişmesinden kaynaklanır."

Köydeki lokantaların bahçelerinde, vitrinlerinde yanan renkli ışıklar parlaklığını sürdürürken evlerin daha mütevazı ışıkları birer birer sönüyordu.

Tahta kurtları ise kirişleri aynı biteviyelikle kemiriyorlardı.

Tepeler simsiyahtı.

Bir ara Osmanlı Rus savaşlarından açıldı laf, "yanılmıyorsam" dedi, "Osmanlıyla Ruslar sekiz kere savaştı. Skor, yedi birdir. Yedi savaşı Ruslar kazandı, birini Osmanlı. Osmanlı’nın kazandığı Kırım savaşına da İngilizlerle Fransızlar bizzat katıldı."

Çayından bir yudum alıyor.

"Biliyor musun böyle bir skor tarihte yoktur. Bir sıfır olur, iki bir olur, iki sıfır olur, bilemedin üç sıfır olur. Kimse yedi kere yenileceği bir rakiple bu kadar inatla savaşmaz."

Osmanlı Rus savaşlarından köy hayatına geçiyorduk, küçük köylerde bile hayatın bir "diplomasisi" olduğunu, dengeler bulunduğunu anlatıyordu.

Bir ara tuhaf bir davadan hapse düşmüştü.

En çok da hapishane hikayelerini anlatırken gülüyordu.

Hapisten çıktıktan sonra köyün "aşırı sağcılarından" biri arayıp "geçmiş olsun" demiş.

Şaşırmış.

"Bana geçmiş olsun deyeceğini sanmazdım" demiş.

Aşırı sağcının cevabı, bu ülkeden bu kadar şikayet ederken neden buradan başka hiçbir yerde yaşayamayacağımızı, buradan başka hiçbir yerde kendimizi mutlu hissedemeyeceğimizi gösteren bir doğallıkta gelmiş.

Adam, "hanım ısrar etti," demiş.

Hapiste, "devlet çetelerinin" ünlü tetikçileriyle de bir arada yatmış.

Benim "katil" olarak gördüklerimi o "insan" olarak görmüş.

Onlarla hapishane arkadaşlığı etmiş, aralarından biri daha sonra öldüğünde üzülmüş.

"Hapishane arkadaşlarının" anılarına ihanet etmiyordu konuşurken, onlardan bahsederken sesinde ne bir kızgınlık, ne bir küçümseme, ne bir öfke, ne bir alay vardı.

Tek bir kelimeye bile binlerce yıllık bir pencereden bakan zihni, o insanları da insanlık aleminin karanlığa mahkum edilen kurbanları olarak görüyordu.

Onun bu konudaki duygularını paylaşmasam da dostluğa olan "sadakatinden" hoşlandığımı itiraf etmeliyim.

Sakızlı bir yetim olarak köle pazarında üç yaşında satıldıktan sonra Fransa’da maden mühendisliği okuyan, daha sonra nafıa nazırlığı, sadrazamlık yapan İbrahim Etem Paşa’dan, onun soyunun Osmanlı ve Türk kültürüne katkılarından, halkın kendisine "basmacı" dediği İbrahim Müteferrika’nın kendini ve yaptığı işi savunup saygıdeğer bir hale getirebilmek için "matbaa" kelimesini Osmanlıcaya sokmasından bahsediyordu.

Ege’nin bir köyünde tuhaf bir geceydi.

Kelimelerin ve insanların macerasını dinledim.

Binlerce yılı birkaç saat içinde yaşadım.

Tahtalarda, tahta kurtçuklarının sesi vardı.

Hafif bir rüzgarla birlikte kavak hışırtıları duyuluyordu.

Zaman, neşeli bir dansçı gibi her adımında yüzlerce yıl atlayarak eski masanın üstünde dans ediyordu.

Ve, ben zamanı seyrediyordum.

Tepeler arasındaki bir köyde bir gece yarısında.
Yazarın Tüm Yazıları