Son hafta içinde üç ayrı kuşaktan, üç ayrı hatundan aynı cümleyi duydum. (Yazıyı ‘gökten üç elma düşmüş’ muhabbetiyle bağlamasak bari!!!)
Aynı şefkatli ses tonu ve aynı ‘şirin bebecik kartpostalı görmüş kadın’ mimikrisiyle (Bilirsiniz...) tıpıtıpına aynı cümleyi kurdular: ‘Ne’şşşekkkerrr çocuklar!’
Hanımefendileri afişe etmeyelim, sonra kızıyorlar ama tüyo vermemizin de mahzuru yoktur herhalde: Birisi en iyi arkadaşlarımdan biri, birisi iki ebeveynimden biri, birisi de 10’lu yaşlarını sürmekte olan yakın akrabalarımdan biri... (Hadi itiraf edin, gazetecilere Erdal Acar’la birlikte olduğunu çaktırmamak (!) adına, kulüp çıkışında yaz günü kar maskesi takan Ayşe Hatun Önal’dan beri böyle başarılı bir kamuflaj görülmedi!)
Ben farklı nesillerden kadınların, el ele verip de böylesi coşkun bir sempati tufanına kaptırdığını en son, Beyaz’ın zirvelere bağdaş kurduğu dönemde görmüştüm.
Ninesinden torununa -genç kızlara değinme gereği bile duymuyoruz- her yaştan cins-i latifin böyle ortak ağızdan ‘Şurda olsa da yanaklarını mıncırsak, hatta bizim eve içgüveyi alsak, şu içerdeki odada hem çalsa hem söylese’ ifadesiyle yaklaştığı bir adama öyle kolay kolay rastlayamazsınız.
Hele ki aynı anda ve aynı şekilde birkaç adama birden böyle yaklaşılsın, olacak iş değil yani...
Geçtiğimiz eylül, ilk albümlerini çıkarmış olmalarına rağmen, 10 yıllık geçmişe ve üniversite-bar konserleri sayesinde hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip olan grup... Şimdilerde hemen hemen tüm müzik kanallarında klibi dönen, Karacaoğlan’ın canım şiiri ‘Bana Kara Diyen Dilber’den uyarlanmış ‘Kara Değil Mi’ isimli şarkıyı icra eden grup... (Kendi isimlerini taşıyan albümlerinde yer alan 11 şarkının altısı Karacaoğlan şiirlerinin bestelenmesiyle oluşturulmuş. Aziz Nesin’in ‘Arkadaşım Badem Ağacı’ adlı şiirinden uyarlanan şarkı da bir başka güzellik.)
Beş kişilik Badem’i (Mustafa Kemal Öztürk, Barış Bahçeci, Mert Özdemir, Doğaç Başaran, Emre Yıldız) sevmek için mebzul miktarda sebep mevcut:
Bir kere okumuş etmiş iyi aile çocukları. Grubun temeli ’95 yılında Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nde (BÜMK) atılmış, şimdiki kadrosu ise 2002’de oturmuş... Dediğimiz gibi, yıllardır üniversitelerde ve barlarda konserler veriyorlar zaten ve kendilerine ait bir dinleyici kitleleri var.
Kendilerini tanımayız etmeyiz ama çok da kasmayan, ayağı yere basan, efendi insan imajı çiziyorlar.
Bunun yanında içinden Karacaoğlan geçen bir şeyi kim, neden, nasıl sevmesin? Karacaoğlan’ın sadece şarkıda yer aldığı kadarıyla- kendi dilinden soralım:
‘Bana kara diyen dilber / Gözlerin kara değil mi? / Yüzünü sevdiren gelin / Kaşların kara değil mi? / Beni kara diye yerme / Mevlá’m yaratmış hor görme / Ala göze siyah sürme / Çekilir, kara değil mi? / Hind’den Yemen’den çekilir / İner Bağdad’a dökülür / Türlü taama ekilir / Biber de kara değil mi? / İllerde konup göçerler / Lále sünbülü biçerler / Ağalar, beyler içerler / Kahve de kara değil mi? / Karac’oğlan der, inşallah / Görenler desin, maşallah / Kara donlu Beytullah / Örtüsü kara değil mi?’
Tüm bunların yanında, bir de banjo faktörü var ki... Hakikaten başarılı bir düzenlemesi olan şarkıya çok ama çok yakışmış. Alabama’dan dizinde banjosuyla gelip Louisiana’ya gitmekte olan adamın çığırdığı, korkunç Amerikan türküsü Suzanna’ya rağmen, pek sevdiğimiz bir alettir banjo. (I come from Alabama with my banjo on my knee / I’m going to Louisiana, my Susanna for to see / Oh Susanna, oh, don’t you cry for me; ıvır, kıvır ve saire... Çok kötüdür çoook...)
Bizim cümbüş kadar olmasın, yine de insanda yuva duygusu uyandıran, otomatikman sevilesi bir sesi vardır. (Belki de bu aşırı evcil haller benim bünyede hormon efekti yaratıyordur; o da mümkün...)
KIZLARA PEMBE OĞLANLARA MAVİ
Son olarak: Bir de tabii klibal iklim latif...
Kara Değil Mi’nin klibi, Devrin Usta tarafından yönetilmiş, klibin sonunda yer alan -BÜ’deki Albert Long Hall’de çekilmiş- sahne performansı bölümü haricinde siyah-beyaz bir klip...
Grup elemanları, sabah yataklarından kalkıp, (müziğe sevdalı gençler olarak, uyurken bile enstrümanlarını çaldıklarını görüyoruz) birlikte kahvaltının başına çöküyorlar.
Bir grup arkadaş, sahneye hazırlanıyor. Çaylar demlenmiş, rafadan yumurtalar önlerinde, tuzluklara-karabiberliklere marakas muamelesi çekiyorlar.
İddiaysa iddia: Dünya liderlerini, Bush dingili de dahil, mükellef bir Türk kahvaltısının başında toplayın, kızarmış ekmeğin kokusuyla sarhoş olup Afrika’daki açlığa son vermeye karar bile verebilirler valla.
Şimdi bu klibi de, bu şarkıyı da, bu grubu da sevmez de ne yaparsınız?
Yanlış anlaşılma olmasın: Kızlara pembe, oğlanlara mavi giydirilmesine kıl olurum. Kız çocuklarının evcilik, oğlanların kovboyculuk oynamasının olağan karşılanmasına kıl olduğum kadar en az...
Demem o ki, tüm bu yazdıklarımdan dolayı, gruba ve klibe süt oğlan muamelesi çektiğimiz, haşa, düşünülmesin. Sadece kadınların ortak beğenisine hitap etmek, daha zordur demeye getiriyorum. Yoksa, yani, koyun klibe en esmerinden üç-beş cıbıldak manken, bütün adamlar mel mel baksın. Yalan mı?
Yine de... Girişteki ‘Kadınlar bu tadı seviyor’ muhabbetine dönecek olursak: Ben de tabii yukarıda bahsi geçen değerli hanımefendilere uzaydan bakıyor değilim. Bilakis, gayet yakından, hatta içeriden bakıyorum. Benim için de aynı şey geçerli. (Kendimi bebek resmi görünce şabalaklaşan kadınlardan saymayı gururuma yediremiyor olabilirim; ayrı... Bunu kaleme alan kişi olarak, kendimize küçük tefek torpil de geçemeyeceksek bırakalım bu mesleği yani!!!)
Neyse işte... (İşbu yazı boyunca kadın-erkek ayrımcılığının daniskasını şahsımın yaptığını iddia edenlere de, ‘Öyle valla, n’apalım, vurun kahpeye’den öte söyleyecek bir sözüm yok.)
Bu aç parantez, kapa parantez, aç parantez, kapa parantez şeklinde ilerleyen parantez manyağı olmuş yazıyı bağlarken:
Gaipten bir esintidir ama: Badem’in elemanlarının Crowded House grubunu sevdiklerini tahmin ediyoruz. Biz de severiz... Çok hem de...
Badem’i de çok sevdik... Crowded House’ı ‘bizdendir’ dercesine sever gibi...