Paylaş
Tıpkı geçen haftaki CEZ Nymburk maçına benzer şekilde ilk çeyreğe konsantrasyonsuz ve soğuk başlayan Siyah-Beyazlılar, yine çareyi 2. çeyreğin başlamasıyla birlikte ivme kazanmakta buldular. Bu ivmenin kaynağı, hiç kuşkusuz ki (sakatlıktan nihayet dönen) Earl Clark’ın ve Kenan Sipahi’nin oyuna dahil olması ve bu sayede takımın savunmada daha baskıcı, daha enerjik, hücumdaysa daha çok yönlü hale gelebilmesiydi.
CEZ Nymburk gibi varıyla yoğuyla 12 saniyeden kısa sürede hücum etmeye çalışan bir yüksek tempo takımının aksine, Aris, ligde de Avrupa’da da 65-70 sayı civarını zor gören, düşük tempolu sete set hücumları benimseyen bir rakipti. En büyük kozları, ligimizden de tanıdığımız Athinaiou’nun oyun kuruculuğunda bolca top çevirip en müsait atışı kovalamaktı. Böylesi bir oyun anlayışını hem savunmada hem de hücumda gayet üst seviyede icra edebilen Beşiktaş için bu maçta rakibe cevap vermek Nymburk maçına kıyasla daha kolay olacakmış gibi görünüyordu. Nitekim, ezbere ve yanlış hücum ettiğimiz, savunmada enerjik ve konsantre olamadığımız ilk çeyrek dışında, düğümü çözmek sahiden de daha kolay oldu.
Boatright’ın Darüşşafaka maçıyla birlikte sahalara geri dönüşü neticesinde Kenan, maça benchte başladı. Bu yüzden de Beşiktaş kısalara baskı yapmayı başaramayarak, ilk dakikalarda rakibe yine bomboş üçlükler bulma imkânı sağladı ve normalde takım halinde bu sezon %20 civarında dış şut atan Aris, 3/3 üçlük isabetiyle erkenden bir hava yakaladı. Boatright’ın Lima ile dribbling üzerinden oynadığı ikili oyun haricinde Beşiktaş topu pota altına indirmeyi unutunca, bütün iş Diebler – Strawberry – Boatright üçlüsünün dış şutlarına kaldı. Her ne kadar genellikle maçların 1. ve 3. çeyreklerinde dominant görmeye alıştığımız Strawberry maça çok kötü başlasa da, onun ‘yokluğunu’ hissettirmeyen Diebler son birkaç maçtır yaşadığı “ilk yarı” sendromuna bu maçta son verdi. Fakat ilk çeyrek, yine Beşiktaş kalibresindeki bir takıma yakışmayacak kadar kötü geçti. Bilhassa Daçka maçının tartışmasız kahramanı Sertaç’ın kenardan gelmesine karşın çok kısa süre içinde 3 faul alması, takımın her iki pota altında da bütün ritmini bozdu.
Aslında bütün mesele, yine kağıt üzerindeki kalite farkını layıkıyla sahaya yansıtabilmekti. Ama erkenden ritim tutturmasına müsaade edilen bir rakip varken Beşiktaş yine maça ağırlığını koyana dek biraz tökezledi. İkinci çeyreğin başlangıcı, Kenan ve Clark’ın oyuna girmesi ve Erkan’ın da zekâsıyla çok şeyi değiştirmesi sebebiyle ibreyi Beşiktaş’tan yana döndürdü ve kalite farkı yavaş yavaş skora doğru orantılı olarak etki etmeye başladı. Yine çabuk faul problemine giren Weems kritik bir üçlükle meşaleyi ateşlese de, eğer rakibin deneyimli isimlerinden Vasilopoulos da 3. faulünü erkenden almasa takımımız adına işleri daha da fazla zorlaştırabilirdi.
Diebler’ın set hücumu veya hızlı hücum üzerinden doğru noktalarda ve en doğru zamanlamada bulduğu dış şutlar isabetli olunca, fark hızla eridi ve ikinci çeyrek bitmeden Beşiktaş öne geçmeyi başardı. Kenan ve Erkan’ın savunmadaki etkisiyle rakibin şut yüzdesi serbest düşüşe geçti. Bunun yanı sıra, ribauntlarda ilk çeyrekte yaşanan sıkıntıyı tek hamlede çözen Clark’ın sadece sahada bulunması bile rakibin tüm rüzgârını dindirmeye yetti. Tabi hücum ribauntlarında Lima’nın ve Diebler’ın (aslında, tüm ribauntlarda Diebler’ın) varlığı da hem rakibe ikinci bir hücum şansı tanımamak, hem de girmeyen topları tipleyerek kolay sayı bulabilmek için çok kritik bir öneme sahipti. Fakat belki de en olumlu gelişme, Semih’in oyuna girmesinin ardından topu pota altına indirmeyi hatırlamamız oldu.
Ve bu arada, (EuroBasket 2017’den alışık olduğumuz üzere) bu seviyedeki bir maçın ağırlığını kaldıramayan FIBA hakemleri, ikinci çeyreğin ilk yedi dakikasında bir faul bile yapmayan Beşiktaş’ı, komiklik derecesinde abes faullerle alaşağı etmeye çalıştılar. Belki bunu kasten yapmadılar, ama sırf temasa ve sertliğe izin müsaade etmemek uğruna, hiçbir standarda uymayan bir müsamahasızlıkla büyük hatalar yaptılar. Bunların başında Semih’e çalınan (gaipten gelen) hücum faul ve Kenan’a periyot biterken (ve fark çift hanelere çıkarken) verilen sportmenlik dışı faul düdükleri geliyordu. Neyse ki bu durum takımın ritmini bozamadı ve üçüncü çeyrekte de oyunu domine etmeyi başardık.
Bu noktadan sonra, Boatright yüzünden hücumda akıcılık ve üretkenlik sorunu yaşadığımız, ama Diebler ve Strawberry tarafından atlatılan kısır bir dönem dışında hiçbir noktada geri adım atmadı Beşiktaş. Dahası, Vasilopoulos’un farkı 9’a indiren basketinden sonra çok güzide bir tepki verildi ve rakip tam ümitlenirken bir anda fark 20 sayılara doğru açıldı. Bu süreçte, uzun süreden sonra ilk kez (5-6 sene önceki kadar) keskin ve delici oynayan Muratcan’ın 2/3 üçlük isabeti bulması ve yaptığı asistin de rolü vardı. Athinaiou’nun sürpriz üçlükleri ve Benson’ın şansı sayesinde bulduğu ters eşleşmelerden gelen sayılar dışında Aris hücumda hiçbir varlık gösteremedi ve Boatright’ın alev alması (ve ilk çeyrekten sonra nihayet yeniden oyuna giren Sertaç’ın da dahli) ile, Beşiktaş maçın sonlarını çok rahat oynadı.
Maddeler halinde genel durumu sıralayalım:
-Topu pota altına indirmeden hücum kurgusu yapmamız, büyük hatalara sebebiyet veriyor. Elimizde Sertaç, Semih, Lima ve Clark gibi (hatta geri döndüğünde Samet de onlara eklenecek) boyalı alanda devleşebilen uzunlarımız varken, pota altına topu indirdiğimiz her pozisyonda güle oynaya sayı bulabiliyoruz bilhassa da Şampiyonlar Ligi seviyesindeki maçlarda.
-Yine böylesi maçlarda, Boatright’ın ritim tutturması ve bu ritmi istismar edercesine şut ve inisiyatif kullanmakta ısrarcı davranması, ligin aksine, çok da aleyhimize işlemiyor. Bu sayede, Boatright maçın en skorer ismi olabiliyor ve düzen dışı basket ihtiyacımızı layıkıyla karşılayabiliyor.
-Lima’nın reflekslerini ve çabukluğunu Zalgiris günlerine döndürmesi lazım. Tıpkı Brock Motum’da olduğu gibi, tereddüt ve hantallık, Lima’ya hiç yakışmıyor ve onu sıradan bir uzun haline getiriyor.
-Her maçta baskılı ve değişmeli alan savunmasını oturtana kadar yaklaşık bir buçuk periyodu feda ediyoruz. Yerleşme, alan ve adam paylaşımı, yardımlaşma ve zamanlama gibi noktaları daha seri ve emin hale getirmek lazım. Zaten Şampiyonlar Ligi’nin ilk turundaki rakiplere karşı, en üst düzeyde veya tam kapasitede oynamasak bile, ezici bir kadro kalitesi üstünlüğü sağlayabiliyoruz.
-Her türlü maçta Weems’in kolay ve çabuk faul alma sorunu sürüyor. Kenan da halen daha potayı görmemekte ısrar ediyor.
-Samet hariç ilk kez bu sezon bir maça tam kadro çıkıldı. Özellikle Clark ve Boatright’ın oyuna ne kadar etki edebildiğini (hem iyi, hem de kötü) bu maçta gayet iyi gözlemleyebildik. Boatright’ın gücünü ve yeteneklerini “insanlığın yararına” kullanması şart.
-Bu maçın kahramanı olan Diebler, umarız hep böyle, yani maç içinde düşüşler yaşamadan ve ilk yarılarda kaybolmadan oynamayı sürdürür. O, bu takımın kurtarıcısı.
-Uzun süreden sonra ilk kez (Clark hariç) gayet iyi faul attık (10/13), ayrıca 15/30 gibi muazzam bir yüzdeyle üçlük attık. Bunun yanı sıra ribauntlarda üstünlüğü kaptırmamamız, galibiyetin bir diğer anahtar noktası oldu.
-Selanik’in gururu Aris, şaşaalı nice yılların ardından, 1993’te Efes Pilsen’e (ki koç Giannakis o Aris takımının kaptanıydı), 1998’de de Beşiktaş’a (PAOK seyircisi bizi o maçın çıkışında korumaya gelmişti) kendi sahasında seyircisiyle türlü rezillikler ve terbiyesizlikler yaptığı günlerin çok uzağında kalmayı sürdürüyor. En büyük kozları Benson, Petway ve Athniaiou olan bir ekip, muhtemelen bir daha standartlarının bu kadar üzerinde bir yüzdeyle dış şut atmayacak ve rövanşta da Beşiktaş’ı zorlamayacaktır.
Takımımıza ve koç Ufuk Sarıca’ya tebrikler. Kazanılması gereken bu maçları kazasız belasız ve (olması gerektiği gibi) domine ederek kazanmayı sürdürüyoruz. Maçlarda geç açılsak da, çabuk ivmeleniyor ve farkımızı ortaya koyuyoruz.
Paylaş