Paylaş
Ama işte önce iki kadınız, iki anne. Bir araya geldiğimizde erik yiyoruz ve önce Gülben bana sorular soruyor. Annelikte öyledir, çocuğu biraz daha büyük olan biraz daha rütbelidir, o yolları senden önce geçmiştir.
“Alya hangi okula gidiyor? Memnun mu? Kaç dakikada gidiyor? Serviste bunalıyor mu? Yoksa okul servisini seviyor mu? Peki kamp işini ne yaptın? Atlas’ı geçen sene senin yazdığın kampa gönderdim, çok memnun kaldı. Bana vereceğin başka tiyolar var mı?”
Selülit filan hikâye yani.
Ben ona Alya’nın odasını gösteriyorum, oyun alanını... Sonra o kendi çocuklarından bahsediyor.
Onun üç tane olduğu için, ben de ilgiyle ve merakla dinliyorum. Bir tanenin bile bir kadının hayatında nasıl bir sorumluluk olduğunu bildiğimden, üç tane karşısında saygıda kusur etmiyorum. Gülben anlatıyor, hangisi neye yetenekli, hangisinin hangi özelliğini geliştirmek için çabalıyor.
Aralarındaki ilişki nasıl. İkizlerin birbirine çok düşkün olduğunu anlatıyor. Cep telefonundan fotoğraflarını gösteriyor.
Bazen ağlıyor, öyle olur çünkü, annelik manyak bir şey, ortada fol yok yumurta yok, fotoğraf gösterirsin, mutlu olur ağlarsın, hüzünlenir ağlarsın.
Onu anlıyorum.
Ben de öyleyim çünkü.
Evde çok yardımcısı olduğunu zannediyordum, üç çocuk için üç dadı filan, hani o Gülben Ergen ya, alakası yok. O da hepimiz gibi zorlanıyor ve ona destek bir eski koca, baba filan da yok. Kimse yok.
“Buraya kadar geldin, bari şu selülit meselesine de bir açıklık getir” diyorum.
“Anlattıklarım sana emanet, beni kurda kuşa yem etme” diyor.
Etmedim.
Etmeyelim...
Gelelim selülit meselesine...
- Gelelim... Annemin yazlığındayız. Atlas’la sabah uyandık. 5 yaş, artık bunların adam oldukları, sohbet edebildikleri bir yaş ya, şahane bir kahvaltı ve sohbet... Sonra bakkaldan GS deniz yatağı aldık, şişirdik, beraber denize gireceğiz. O arada kumdan kale yaptık. “Kaleler bizi bekleyin denize girip geliyoruz!” dedik. Saat 8’i yirmi filan geçiyor. Girdik yüzdük...
Orası evinizin önü mü?
- Yok ya, halk plajı! Altas’ın arkadaşları filan var, orada hayat var, beş yıldızlı otel muhabbeti değil. Birazdan anneanne ıspanaklı börek filan getirecek o muhabbet! Asistanım Nilay dedi ki, “Gazeteciler buradalar, görüntü aldılar!” Aklıma bile gelmedi sabahın köründe sotalanıp çekebilecekleri, bir de neyi çekiyorsun, oğlumla yüzüyorum. Plaj elbisemi giydim, Nilay’a “Gelsinler, konuşalım” dedim. Geldiler, bir sürü soru sordular, “Madonna şöyle miydi, böyle miydi?” hepsini cevapladım. Dedim ki, “Tamam mı arkadaşlar, bitti mi, anne evindeyim, oğlumun yanına gidiyorum, iyi tatiller, iyi tatiller.” Bu kadar! Nasıl da naziktiler...
Ben manken değilim
Meğer daha önce çekmişler!
- Evet.
Ne hissettin o fotoğrafları görünce...
- (Gülüyor) “Eyvah!” dedim, “Mezoterapiye mi gitsem! Nasıl kurtarsam kendimi bu portakal kabuklarından!” Dalga geçiyorum, çok da üstünde durmadım. Ama iş o kadar büyüdü ki...
Sen istersen iki ay sonra incecik de olursun, zaten pek bir fazlan da yok...
- Ben manken değilim. Ama beni sahnede gördüğün zaman şahane olabilirim. Giyinikken! Onların gösterdikleri yeri, ben hiçbir yerde sergilemiyorum. Orası, benim “sergi alanım” değil. Benim beynim sergi alanım, sesim, sahnem, bilgim... Kadınlara bir sabah kuşağı programı yapıyorum, anaokulları açıyorum. Ben başka şeylerle var oluyorum...
Onlar da seni en zayıf yerinden vurmaya çalışıyorlar...
- Ama başka kadınlara yapamıyorlar bunu. Sadece bu meslekteki kadınlara. Ben demiyorum ki, “Beni mayolu çekemezler, selülitlerimi yazamazlar!” Tabii ki yazarlar. Ama “Dehşet görüntüleri! Az sonra!” Ve o yuvarlağın, bedenimin hiç sergilemediğim bir yerine yaklaşması, orada donup kalması...“Şok şok şok!!! Gülben Ergen’in bittiği an!” Ne bitmesi! Bütün selülitli kadınlar beni seviyor, yine beni sevenleri çoğalttılar! Beni her kırdıklarında ve üzdüklerinde ya da canımı yakmaya çalıştıklarında, hep sevenim çoğaldı. Çünkü kadının selüliti olur. Norveç mi burası, Danimarka mı? Biz bisiklete binerek büyümedik ki. Sabahları da somonla bilmem ne yemiyoruz. Tost yiyoruz, yengen yiyoruz! Menemene ekmek banıyoruz. Bu milletin kadınların bacağında, kıçında selülit var...
6 yıldır mayolu fotoğraf çektirmedim
“O da bize sürekli Nihat Odabaşı’nın çektiği taş fotoğrafları vermesin o zaman” diyenlere cevabın ne...
- 6 sene önceydi. Ayşe’ye (Özyılmazel) de yazdım bunu açıklama olarak. Yayınlamadı, canı sağ olsun. Hiç üşünmedim, baktım, çocuklarım doğduktan sonra havaya girip karnımı içeri çekip, korse giyip, mayolu fotoğraf çektirmiş miyim acaba diye. Hayır! Atlas’ın doğumundan önce Malezya’da çektirmişim. Sonra haddimi bilmişim çektirmemişim. Photoshop’latmamışım. Yollamamışım da. Bu arada nedir bu photoshop mavrası? Yaptırmayan mı var? Basına en çirkin resmini mi verirsin, en güzel mi? Tabii ki en güzelini! Ben de öyle yapıyorum, kötüleri ayıklayıp, en güzelini veriyorum. Dünyadaki bütün meşhurlar öyle yapıyor, Türkiye’dekiler de. Onu bırak, insanlar nüfus kâğıtlarına resim seçerken bile en güzelini seçiyorlar.
Peki Ayşe’nin yazısı? Haklı tarafları yok muydu?
- Ayşe, “Mayolu resimleri servis ederken iyi, çekerken mi kötü?” diyor. Söylüyorum, 6 yıl önce servis ettim, 6 yıldır etmedim. “Havluyu sarmayacaksın!” diyor. Çekildiğimi bile bilmiyordum ki! Bana haber vermeden çektiler, isteyerek çektirmedim. “O zaman denize girmeyeceksin!” diyor, “Güvenmeyeceksin!” Yok kardeşim, gireceğim! Ben çocuğumla orada oyun oynuyordum. Gireceğim! Yine gireceğim! İnşallah, iyi bir saate denk gelirim...
Körler sağırlar birbirini ağırlar
Peki “suyun gölgesi” lafları filan...
- Ben söylemedim, onları Hülya söylemiş...
Ama sen de Hülya Avşar’ın o meşhur fotoğraflarıyla ilgili, “İnşallah hamiledir!” demişsin...
- O bir espriydi. Doğruya doğru, içimize “yılan” kaçtığı zamanlar oluyor, kabul ediyorum söylememem gerekiyordu. Sadettin Saran’la en iyi zamanlarıydı, “İnşallah hamiledir!” dedim. Tamam bazen takılıyoruz birbirimize ama inan kötü bir niyet yoktu. Şeker bir tonlamayla söyledim bunu. 20 gündür selülitlerim konuşuluyor. “Benim bedenim, benim selülitlerim”e kadar geldi mesele. Bu da absürd bir durum...
Peki bu cümleyi sarf ettin mi: “Benim bedenim, benim selülitlerim... ”
- Hayır! Sadece, “Ne selülitmiş ki yıllardır konuşula konuşula bitmedi” dedim.
Helin de ablasının intikamını mı aldı...
- (Gülüyor) Körler sağırlar birbirini ağırlar! Olur böyle şeyler, gündemle ilgili konuşan çok olur...
“Kısa bir sürede eririm ben” filan mı diyorsun şimdi...
- Hayır, hiçbir şey demiyorum. Ruhumu iyileştirme derdindeyim, etimin içindeki portakal kabuklarını değil. Beni her gören, “Elma suyu içer misiniz?” demeye başladı. Komik. Öfkeli filan da değilim. Bu durumla eğleniyorum. Selülitlerimi azaltmak gibi bir derdim olmayacak. Ruhumu içeriden iyileştirmem lazım. Önce içerisini, sonra dışarısını...
Eski koca peki, bütün bu olan bitene o bir yorum yaptı mı?
- Hayır. O turnede... O hep turnede!
KİMSENİN SİZİ YARGILAMA HAKKI YOK
23 Nisan’da anaokulu açmaya gittiğimde, basın beni, “Kendi çocuklarınla değilsin! Onların gösterilerine gideceğine okul açmaya gidiyorsun” diye eleştirdi. Ben de, “Acaba yanlış bir şey mi yapıyorum?” diye pedagog Feriha Dildar’ı aradım, “Bugün 23 Nisan ve ben 06.45 uçağıyla Trabzon’a, oradan da Mardin’e gideceğim. Çocukların gösterisi var, kaçırıyorum” dedim, “Hata mı ediyorum?” O da, “Ne demek!” dedi “Siz zaten kendi çocuklarınız için bir bayramsınız! Elinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz. Gidin başka çocukları sevindirin. Kimsenin sizi yargılama hakkı yok. Çocuklarınızın hep gösterileri olacak. Hep gideceksiniz zaten” dedi.
KADINLARIN KADERİ BU
Söylüyorum yorgunum. Neyle beslendiğimi ben de bilmiyorum. “Acaba çocuklarım mı?” diyorum, “Onlar mı bana devam gücü veriyor?” Çok da onlara abanmak istemiyorum, bir gün onlar da gidecek. Annemle sohbet ediyorum, “Kadınların kaderi bu!” diyor ekliyor, “Sen söyle dayını aradın mı, teyzeni aradın mı?” Sonra asistanım Nilay’a dönüyorum, elinde bir liste, “Şunlar şunlar aranacak, şunlar şunlar yapılacak Gülben Hanım!” Kafamda o kadar çok şey var ki, sabah programı tekrar başlayacak mı, evin kredisi ne olacak, 4 artı 4 artı 4 meselesi, çocukların okulu...
Paylaş