SINIR tanımamak iyi, hem de çok iyi bir şeydir! Zaten sınır denilen şey, önce aşiret, boy ve kavimlerin; sonra da sitelerin, beyliklerin, imparatorlukların kendi hükümranlık sahalarına ötekilerinin ‘‘sulanmasını’’ önlemek için kah kavga dövüşle, kah pazarlık ve katakulliyle belirlemiş oldukları yapay hatlardan başka ne ki?
Pek nadir istisnalar hariç, bunlar insan coğrafyasıyla asla çakışmadılar.
Egemenlerin bilek güreşi sonucu, aynı soy ve soptan bir bölüm ahali falanca tarafta, diğer bölüm ise filanca tarafta kaldı. Kimi Osmanlı akçesi, kimi Venedik dükası kullandı.
Hele hele, ulusû devletlerin şekillendirdiği modern sınırlar daha da hakkaniyetsiz oldu.
Ren'in iki yakasında da Cermenler yaşar ama, birileri Fransızdır, diğerleri Alman.
Bir bölümü Bükreş'e, bir bölümü Budapeşte'ye bağlıysa da, Transilvanya Macardır.
‘‘Demir perde’’ Hopalıların doğu akrabalarıyla ‘‘ıslıklaşmasını’’ engelleyememiştir.
Yekpare Türkistan'ın bölünmüşlüğü de kapitalist sömürgecilerin kağıt üzerine cetvelle çizdiği Afrika hudutlarının, aynen Asya'da tekrarlanmış komünist sömürgeci varyantıdır.
* * *
İŞTE bu yüzden, ‘‘sınır tanımamak’’ ilk hümanistlerle birlikte bir ütopyaya dönüştü.
Modern nüveleri de esas olarak ‘‘aydınlanma düşüncesi’’nin toprağında filiz verdi.
Doğru, söz konusu düşünce tabii ki ulus - devletin ideolojik şemasını belirledi.
Ama aynı zamanda, Dersaadet'te ‘‘HürriyetûMüsavat-Uhuvvet’’ beyannamesi dağıtan Galata'daki Fransız sefareti memurlarından; kendisine yukarıdaki üç ilkeyi hükümran kılmak misyonunu vehmeden Napolyon'un savaşlarına, ‘‘sınırları aşmak’’ dürtüsü de içerdi.
Ortak dil ‘‘Esperanto’’ umudu veya Eugene Pottier'in ‘‘Enternasyonalle kurtulur insanlık’’ dediği evrensellik marşı, bunların hepsi ‘‘sınır tanımamak’’ emelinin uzantılarıdır.
Avrupa Birliği'nin ‘‘ulus ötesi’’ atılım dinamiğini de aynı çerçeveye oturmak gerekir.
* * *
FAKAT, ‘‘sınır tanımamak’’ denli asil duygularla donanmış olursa olsun, henüz gerçekle bağdaşmıyor. AB bile ‘‘ulus ötesi’’ne varana dek daha çok fırın ekmek yiyecek.
Ancak, ülke hudutlarının varlığı bir vakıadır ve kolay kolay ortadan kalkmayacakdır diye ipe un sermenin de alemi yok! Mavsal gevşeten bir uygarlık ilerleyebilir mi?
Tabii ki ütopya devam etmeli! Tabii ki insanlığı bütünleştirmek amacı sürü gitmeli!
Daha ötesi, hayatın izin verdiği ölçüde, ‘‘sınır tanımamak’’ için sınırlar mümkün mertebe ve bilhassa da pratikte zorlanmalı ki, ütopya itici rol oynayabilsin.
İşte, ‘‘Sınır Tanımayan Doktorlar’’ girişimi böyle bir pratiğin öncülüğünü yaptı.
Sonradan bakan da olan Fransız Bernard Kouchner'in 1971 yılında ve Biafra savaşı sırasında kurduğu bu gönüllü tabip örgütü, ‘‘sınır zorlayan’’ sivil ütopyada sayfa açtı.
Körfez depreminin enkazları altında bizzat kendimiz de yaşadık, Çin'den Maçin'e dünyanın neresinde bir vukuat, bir felaket, bir aciliyet var; elinde bisturisi, aşısı ve şırıngası, yetmiş yedi millet mensup‘‘hızır doktor’’ daha yerel servisler yetişmeden, anında oradadır.
Onlar ‘‘sınır tanımaz’’, çünkü insanlığın acıları sınır tanımaz!
* * *
LAKİN şu bir vakıa ki, bir şey tuttu muydu onun taklitleri de işportaya dökülüyor.
‘‘Sınır Tanımayan Doktorlar’’ girişimi muazzam bir çığır açtı ya, işte şimdi aynı sıfatı kullanan kurumlardan geçilmiyor.
‘‘Sınır Tanımayan Eczacılar’’, ‘‘Hemşireler’’, hatta ‘‘Baytarlar’’ falan erken, zahir yakında ‘‘Sınır Tanımayan Kabzımallar’’ da olacak.
Bu kurumların mensupları şüphesiz iyiniyetli ama, biliyorum ki epey bir bölümü kendi branşlarında fazla dikiş tutturamamış ve biraz boş gezenin boş kalfası insanlardan oluşuyor.
Yeni öğrendim, bir de''Sınır Tanımayan Muhabirler''ler varmış. Olabilir.
Doğrusu, ben duymadıysam demek ki tam marjinalmiş. Eh, şimdi reklamını üstlendik.
Cehaletten veya partizanlıktan ötürü densizlik yapmış oldukları da varsayılabilir.
Ama öz, yani insanlığın ‘‘sınır tanımamak’’ ütopyası değişmez ve değişmeyecektir!