Paylaş
Atacama Çölü’nü geçenlerde okuduğum iki haber yüzünden hatırladım. Birinci haberde, bu kurak çölün yağan son yağmurdan sonra çiçek bahçesine döndüğü yazıyordu. Fotoğrafa baktım, göz alabildiğine rengarenk çiçeklerden oluşan bir çöl görüntüsü vardı. Çöle çiçek tohumlarını, 2015’te çevreyi yıkıp geçen Patricia Kasırgası önüne katıp getirmişti. Yağmur yağınca bu tohumlar çiçeğe dönüşüyordu.
İkinci haber ise yeni bulunan bir karadelik ile ilgiliydi. Güney Amerika’da, Şili sınırları içindeki bu çöle yıllar önce neden gittiğimi merak edenleriniz vardır. O zamanlar çok ünlü olan bir otomobil yarışmasını izlemeye gitmiştim. Yolculuk, Arjantin’in kuzeyindeki Salta kentinde başlamıştı. İki gün kaldığım bu kenti şimdi gözümün önüne pek getiremiyorum, unutmuşum. Sadece biranın İspanyolcası’nın ‘Cervesa’ olduğunu burada öğrendiğimi hatırlıyorum.
Koka yaprakları çare olmadı
Salta’dan ‘Bulutlara Giden Tren’e (Tren A la Nubes)’ binmiştim. Bu tren And Dağları’nı tırmanacak, Şili sınırında yolcularını bırakacaktı. Tren hareket etmeden önce, perondaki seyyar satıcıdan bir torba koka yaprağı satın almıştım. Yükseklik hastalığına karşı iyi geldiğini söylemişlerdi tecrübeli yolcular!
Üç uzun düdükten sonra tren hareket etti. Şehirden çıktı. Kurumuş nehir yatağını geçti, And Dağları’nın eteklerinden tırmanmaya başladı. Kıvrıla kıvrıla yükseliyorduk. Bir süre sonra uçurumlar korkutmaya başladı. Sonra kaktüsler göründü. Yüzlerce çeşit, boy boy, renk renk kaktüslerdi bunlar.
Tren daha da yükselince kondorlar göründü. Dev kuşlar, süzüle süzüle dağın zirvelerinde leş arıyorlardı. Köylerden geçerken küçük çocuklar trenin yanında koşturup duruyorlardı. Bir şeyler istiyorlardı ama sesleri tekerleklerin sesine karışıp, rayların üstünde akıp gidiyordu. Yükseldikçe nefes almakta zorlanıyor, hareket etmek istemiyordum. Çiğneyip, avurduma biriktirdiğim koka yapraklarının acı suyu da derdime çare olmuyordu. Kusmamak için zor tutuyordum kendimi.
Geceleri dondurucu soğuk
Şili sınırına geldiğimizde yükseklik 5 bin metreyi bulmuştu. Sınırda bekleyen, yanları açık, üstü bir tenteyle kaplı, Rus yapımı eski kamyonlara bindik. Yöneticiler ağzımızı, gözümüzü sıkı sıkı kapatmamızı tembihlediler. Kamyonlar hareket edince bir toz dumanı yükseldi ve yolculuk boyunca bu toz bulutu hep bizimle oldu.
Atacama Çölü’ne vardığımızda vakit gece yarısını bulmuştu. Dondurucu bir soğuk vardı. Allahtan organizasyondakiler çadırları önceden kurmuştu. Uyku tulumunun içine girip, çadırın önünde gökyüzünü seyrettiğimi hatırlıyorum. Yıldızların çokluğu beni dehşete düşürmüştü. Milyonlarca yıldız, galaksiler, kuyruklu yıldızlar, göktaşları… Hepsi oradaydı. İşte karadelik haberini okuyunca da o geceyi hatırlamıştım.
Çöle yerleştirilen yüzlerce teleskop, bütün gün gökyüzünü tarayıp duruyormuş. Avrupa, Kuzey Amerika ülkeleri ve Japonya işbirliği ile kurulan ve adı ‘Alma’ olan bu gözlemevinde gökbilimciler, yeni nesil teleskoplarla, milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bilinmezleri keşfetmeye çalışıyorlarmış.
Nitekim Japon bilim adamları, geçen hafta bu teleskoplardan biriyle, Samanyolu Galaksisi’nde, büyüklüğü güneşten 100 bin kat daha fazla olan yeni bir ‘karadelik’ bulmuşlardı. Ertesi gün kırmızı bir çöle uyandım. Her yer kırmızı toprak ve kahverengi kayalarla kaplıydı. Bir an kendimi kızıl gezegen Mars’ta hissetmiştim. Aslında NASA’da burayı Mars’a benzetmiş, bu gezegenle ilgili deneyleri bu çölde yapmıştı. Tüm bunları çöl dönüşünde öğrendim. Çünkü çöl, kör ve sağırdı. Yanımızdaki elektronik aletler hiç bir şeye, hiç bir yere ulaşamıyorlardı. Orada kaldığımız sürede dünyadan hiç bir haber alamamıştık.
Kırmızı topraklardan çiçek bahçesine
Çölde tek bir ot bile yoktu. Gündüz sıcak bunaltıyordu. Sığınacak dosya kağıdı kadar bile bir gölge yoktu. Çadırın içi ise tam bir cehennemdi. Güneşten korunmak için kamyonların altına yatıyorduk. Güneş batımıyla birlikte sıcak yerini dondurucu bir soğuğa bırakıyordu. Çantada ne varsa üstümüze giyiyorduk. Ona rağmen dişlerimin birbirine çarpmasını engelleyemiyordum. Gece çadırların önünde yakılan meydan ateşlerinin etrafında toplanıyorduk. Kimi gitar çalıyor, kimi içki içiyor, kimi yıldızlara dalıp gidiyordu.
Bu kızıl topraklarda tam 18 gün kaldım. Sıcaktan kavruldum, soğuktan dondum. Su bittiği için son bir hafta yüzümü dahi yıkayamadım. Kumanya bittiği için üç beş gün lapalaşan makarna ile karnımı doyurdum. Ne gündüz kamyon gölgesinde hayal kurarken, ne de gece yıldız yağmurunu seyrederken bu kırmızı toprakların bir gün çiçek bahçesine döneceği, modern fiziği değiştirecek keşiflere ev sahipliği hiç aklıma gelmemişti. Onun için haberleri okuyunca şaşırdım kaldım.
Çöl macerası bitince yine tozlu kamyonlarla Şili’nin Büyük Okyanus kıyısındaki Antafagasto kentine gittik. Sahilde bir acele soyunup, okyanusun buz gibi sularına atıldığımı hatırlıyorum. İşte size macera dolu bir rota önerisi. Haritayı açıp, şimdiden yolculuk düşleri kurmaya başlayabilirsiniz!..
Fotoğraflar: Alamy, Psychotropicon
Paylaş