Paylaş
Venedik’e ilk kez tek başıma gittiğimde “Buraya bir daha sevdiğimle gelmek istiyorum” demiştim. Dileğim gerçek oldu. İtalya beni hep çok mutlu eden ülkelerden bir tanesi. Pizzası, dondurması ve doğası beni kalbimden yakalıyor. Aslında Venedik yalnızca bu özellikleriyle fethetmiyor kalbimi. Çünkü iyi pizza ve dondurmayı turist nüfusunun çok olduğu yerlerde bulmak kolay olmuyor. ‘Aşıklar Şehri’ diye anılması benim için gondol turundan ötürü de değil; nostaljik ve tarih kokan havasından. Gecenin karanlığında taş bir köprü üzerinde dolunayı izleyebildiğinden ve gece sessizliğe gömülürken sadece kanaldan yükselen su seslerini dinleyebildiğinden…
Venedik’e bu gidişimde Hürriyet Seyahat’in Instagram hesabından takeover yaparak elimden geldiğince sizlerle fotoğraf ve videolar paylaştım. Gayet güzel ve keyifliydi… Bu heyecan gezime ayrı bir renk kattı. Tabii ki Venedik denince ilk akla gelenler; Büyük Kanal, Rialto Köprüsü, San Marko meydanı, dar sokaklar ve kanallar. Şimdiyse ilk akla gelmeyeni, kişisel olan deneyimlerimi paylaşmak istiyorum.
Venedik, araç trafiğine kapalı. Bu durum büyük lüks… Ulaşım ise deniz otobüsleriyle oluyor. Deniz otobüsü deyince İstanbul-Kadıköy’e giden şehir hatları gelmesin gözünüzün önüne.
İtalyancası ‘vaporetto’. Zaten “Vapur sence İtalyanca ne demek?” deseler, cevabını bilmeden "vapurello, vapurcillo veya vapuretto" derdim. Vaporettolarla ulaşım hem kolay hem ekonomik. Ayrıca püfür püfür…
Ağustosun ortasında Venedik’in ne kadar sıcak olduğunu anlatılmaz, yaşanır. Gölgede bile durmakta zorlanırken daracık sokaklarda ilerlemeye çalışmak büyük marifet. Durum böyle olunca ve bizim de günlük biletimiz olunca işi iyice keyfe vurduk! Kısacık mesafeleri bile yolumuzu denizden uzatarak manzarayı izleyerek hatta bir keresinde gün batımında özellikle binerek püfür püfür geçirdik ve çok eğlendik.
Ah o güzel lezzetler
İtalya’da yemek yiyebileceğiniz yerlerin üç farklı ismi var. Ristorante, Trattoria, Osteria… Açıkçası ben aralarındaki farkı tam olarak bilmiyordum, meğerse Ristorante içlerinde en şık, en lüks ve haliyle de en pahalı olanı. Trattoria daha mütevazı ve daha az çeşitli olanı ama daha yöresel. Fiyatlar Ristorante ile kıyasladığımızda çok daha uygun. Osterialar ise uygun fiyatlı ve samimi. İtalya’da her gün pizza dondurma yiyebiliyorken ilk gün yiyecek yer bulmakta zorlandık.
Rezervasyonumuz yok, her yer çok kalabalık ve çok turistik gözüküyordu. Karnımız giderek acıkırken ve yemek saati biterken Rialto Köprüsü’nün yanındaki en turistik yerlerden birine oturduk ve manzarayla doyurduk karnımızı. Ertesi gün yürürken iki masalı bir Osteria bulduk. Daracık bir sokağın içinde duran dantelli örtüler ve Murano kristalinden bardaklar menüye bakmadan akşam için kararımızı netleştirdi.
Hava kararırken biz labirent sokakların arasında kaybolarak sonunda yolumuzu bulduk, iki masa olmuş dört masa! Sabah yemekleri hazırlayan kişi de bizi karşılamaya çıkmış. İtalyanca operalar eşliğinde ne keyifli, ne lezzetli ve ne kadar huzurlu bir akşam, tam âşıklara göre…
Kalabalığına yapacak bir şey yok, biz de o kalabalığın bir parçasıyız ve nerdeyse 450 köprünün 450’sinden de birileri geçmeye, fotoğraf çekmeye çalışırken gondolcular da gondol turuna davet etmeye çalışıyor.
Ama 450 köprünün yanı sıra etrafında 120 tane de ada var. Hem de bahsettiğim adalar beş dakikalık mesafe uzaklıkta, vaporettolarla gidebileceğiniz adalar. Daha sakin ve daha renkli… İşte ben o adalarda aklımı ve kalbimi kaybettim ki, onlar bir sonraki yazının konusu olsun.
Venedik’le ilgili benim deneyimlerim doğrultusunda tavsiyem bol bol kaybolmak ve keşfetmek. San Marco Meydanı’nda 300 yıllık kafelerde canlı klasik müzik dinleyip çay içmek. (Müzik dinleme bedeli ekstra ama değer) Herkes oteline çekildiğinde manzarayı içine çekip kanalı dinlemek. Sevdiğinin elinden tutmak ise ekstra değil ama kesinlikle değer.
Paylaş