Paylaş
Tarihin babası olarak bilinen Yunanlı tarihçi ‘Herodot’ Mısır’ın Nil’in hediyesi olduğunu söyler. Aynı şey Kahire için de geçerli. Dört bir yanı çöllerle çevrili ülkede seksen milyonu aşan nüfusun yüzde beşden küçük bir alanda, yani ırmağın deltasıyla kıyılarında yaşadığı biliniyor. Nil, Kahire’yi ikiye bölmekle kalmayıp, palmiyelerle okaliptüslerin gölgelediği rıhtımlarıyla kente nefes de aldırıyor. Özellikle de çölden esen hamsin rüzgârıyla kavrulan yaz sıcaklarında.
Eski yeni, büyük küçük arabalarla motorsikletler ve arada bir yolun ortasına fırlayan kamyonlar tam bir keşmekeş içinde, kelle götürür gibi son hızla, dar geniş demeden tüm caddelerden ve Nil’in iki yakasını birbirine bağlayan köprülerden akıp gidiyor. Korna sesleri motor homurtularına, müezzinin sesi yalellilere karışıyor. Ana caddelerden yan sokaklara saptığınızda, toz toprak içinde yaşayan yoksullarla, tarihin en eski üniversitelerinden biri olan Al-Azhar ‘ın bitişiğindeki mezarlıklarda barınan çulsuzlarla, bir kaç limonla portakaldan başka satacak malı olmayan, Necip Mahfuz’un romanlarından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyorsunuz.
İnşaat sektörü almış başını gidiyor ama eski ve yeni yapıların, renkli bir orman görünümündeki reklâm panolarının arasından yükselen gökdelenlerin, tuğla duvarlarla yarım kalmış kat kat şantiyelerin birer çirkinlik abidesi olduğunun kimse farkında değil. Yaşlı ya da genç, bir tek başı açık kadın göremiyorsunuz etrafta. Erkekler celâbalarının, kadınlar çarşaf ya da mantolarının içinde, sıcak mı sıcak, tozlu sokakları, asfalt caddeleri yalnızca gün boyu değil, geceleyin de arşınlıyorlar.
Kentin tükenmez enerjisi
Camilerle çan kulelerinin, minarelerle gökdelenlerin dansına tanık olabileceğiniz bir kent Kahire. Kudüs fâtihi Selâhaddin Eyubi’nin Mukaddem tepesine XII. yüzyılda yaptırdığı kaleden baktığınızda aykırı ama çağın gereği bir mimari doku oluşturduğunu görebilirsiniz. Kaleden inip, kalabalık pazar yerlerini ve kadınların da nargile içitikleri kahveleri ardınızda bırakarak alt ve üst geçitlerle tünellerin, kentin içinden geçen otoyolların karmaşasına, bir kazada canınızı yitirmek pahasına dalabilirsiniz. Kahire’nin yalnızca atardamarları yok, kargaşadan kaynaklanan tükenmez bir enerjisi de var. Ve yakın tarihe damgasını vurmuş, halkın gözünde neredeyse ilâhe mertebesine ulaşmış, Giza’daki üç devasa piramitden sonra ‘Dördüncü Piramid’ olarak da ünlenen bir kadın şarkıcısı: Um Gülsüm.
Kent merkezinde, onun adını taşıyan ve dillerden düşmeyen şarkılarını çalan bir kahve var. Um Gülsüm’ün eşsiz sesini, yalnızca ‘sade’ ya da ‘mazbut’ yani orta kahvenizi yudumlayabileceğiniz, biraz ihmal edilmiş, pek de albenisi olmayan bu mekânda değil taksilerden gazinolara, burjuva salonlarından gecekondulara dek hemen her yerde duyabilmeniz mümkün. Ölümünden bu yana otuz yıl geçmiş olsa da, Mısır’ın efsane şarkıcısı, filmleri ve sesiyle, hem belleklerde hem gönüllerde, asıl önemlisi de, Nil’den daha hızlı akıp giden hayatın içinde yaşamaya devam ediyor. Zeki Müren gibi onun da bir müezzinin çocuğu olması bir rastlantı mı dersiniz ? Hiç sanmıyorum.
Büyük meydan: Tahrir
Kahire, Ortadoğu’nun karmaşasına, gürültü ve kaosuna alışık olmayanı gerçekten kahrediyor. Deli gibi araba kullanan bir taksi şoförünün elinden olabilir ölümünüz. Ya da, yakınızı bırakmayan bir sokak satıcısına, çember sakallıya, belki de bir dilenciye öfkelendiğinizde elinizden bir kaza çıkabilir. Dünyanın belki de en büyük meydanı da bu kentte: Tahir. 1952 devriminden sonra, Nil’in sağ yakasındaki bu geniş, mimari açıdan birbiriyle ilgisiz yapılarla çevrili meydana - İçişleri Bakanlığı’nın idarı birimlerini barındıran, benzerine Sovyetler Birliği’nde bile rastlamadığım, İtalyan mimar Mario Rossi’nin elinden çıkma o ezici beton yığının (Mogammao), Omar-Mahram camiiyle Nile Hotel’in, öte yandan Arap Devletleri Birliği binasıyla Arkeoloji Müzesi’nin çevrelediği- ‘Tahrir’ yani ‘Kurtuluş’ adını vermişler. Arap Baharı olayları nedeniyle tüm dünyanın ilgisini çeken bu ucu bucağı belirsiz meydanın adı ‘Kompozisyon’ anlamına da geliyor. Benim kuşağımdan olanlar anımsayacaktır. Okulda ‘tahrir’ yazardık, şimdiki kuşak ‘kompozisyon’ diyor. İki sözcük de Türkçe kökenli değil ama, ilki Balıkesir Altı Eylül İlk Okulu’nu, İkincisi Galatasaray Lisesi’ni anımsattığı için değerli gözümde.
“Kahire kadar yaygaracı, düzensiz, yorucu bir başka kent var mıdır?” sorusunun yanıtı New York olamaz. Belki Mexico olabilir ya da İstanbul... Ama Kahire çöle doğru genişliyor her gün, Nil’de gece sefasına çıkan ve kaldığım Hilton otelindeki odamın penceresinin altından geçen binbir renkli gezi vapurları, yolcuların cümbüşüyle Binbir Gece Masalları’nı çağrıştırıyor. Öte yandan varlıklı kesimle yoksul halkın arasındaki uçurumun her gün biraz daha derinleştiğini anımsatıyor. Nil Nehri’nin ortasındaki ada sahilleri boyunca sıralanan zengin konutlarına, bahçe içindeki görkemli elçiliklere, albenili vitrinlere aldanmamak gerek. Her an patlamaya hazır toplumsal çatışmalara gebe bir başkent Kahire. Yirmi dört saat uyumayan, sürekli devinen, trafik lâmbalarıyla trafik polislerini hiçe sayan bu kent Ortadoğu’nun bir simgesi gibi. Ama komşu ülkelerin başkentlerinde olmayan bir avantaja sahip. Eski Mısır uygarlığının tüm görkemiyle sergilendiği Arkeoloji Müzesi koleksiyonlarının dünyada bir benzeri yok.
Ölüm saplantısıyla binlerce yıl geçirmiş, yalnızca Hollywood filmlerine değil ‘Egyptologie’ diye adlandırılan bilime de konu olmuş bu uygarlık, hiyeroglif alfebeyi ilk kez çözen Fransız bilgin Champollion’dan bu yana tüm uzmanların çabalarına karşın, gizlerini halâ korumakta. Rüya yorumlarından mitolijiye, merkezi yönetimden tarıma, piramitlerden tanrılara, anıt mezar ve tapınaklara, bir çok şeyi firavunlara borçluyuz. Onların dünyasını bir başka yazıda anlatacağım. Kahire’de kaldığım günler boyunca, geceleyin Zamalek semtindeki otelimde, kentin gürültü ve telaşından uzak, sakin anlar yaşadığım da oldu. Ünlü Zamalek futbol takımının da adını bu semtten aldığını belirtmeden geçmeyeyim. ‘Muzaffer’ anlamına gelen Kahire’nin adını bu takım sayesinde hakettiğini ama insanı çileden çıkaran, deyim yerindeyse düpedüz kahreden, benim gibi belli bir düzene alışmışlar için yaşaması çok güç, neredeyse imkânsız bir kent olduğunu söylemeliyim.
Paylaş